“Yeterince sağlıklı olup olmadığımı bilmek istiyorum. Çocuk doğurabilmek için hâlâ uygun bir yaşta olup olmadığımı bilmek istiyorum”
Evli bir adamla ilişkisi olan, 43 yaşında, çocuksuz ve dul bir kadının çocuk sahibi olmak istemesinin hikâyesi.
Senaryosunu Márta Mészáros, Ferenc Grunwalsky ve Gyula Hernádi’nin yazdığı, yönetmenliğini Mészáros’un üstlendiği bir Macaristan yapımı. 1975’te Berlin’de Altın Ayı’yı kazanan film çocuk sahibi olmak ve onu tek başına büyütebilmek isteyen bir kadını anlatması ile, bir “kadın hikâyesi” olarak nitelenebilecek çok değerli bir çalışma. Kadının evinin yakınındaki bir yetiştirme yurdunda kalan bir genç kızla kurduğu dostluk ve filmin onun hikâyesini de paralelde anlatması bu tür bir nitelemeyi daha da doğru kılıyor. Sakin sinema dili, bir mesaj verme kaygısını öne çıkarmayan içeriği, iki kadın oyuncusunun (Katalin Berek ve Gyöngyvér Vigh) sade ve güçlü performansları ile dikkat çeken film kadının içinde bulunduğu koşullara rağmen bir trajik, hatta dramatik atmosferden de uzak duruyor ısrarla ve final karesi ile de etkileyici bir kapanış yapıyor.
Doğrudan feminist bir hareketin içinde bulunmadığını ama kadınların sinemada kendi hikâyelerini anlatabilmelerinin önemine inandığını söyleyen bir sinemacı Mészáros. Bu film de tam da bu anlayışın bir uzantısı olarak görülebilir: Bir kadının hikâyesini anlatan bir kadın yönetmen var karşımızda ve anlatımın asıl nesnesi olan kadının kendi kararını uygulayabilmek için verdiği mücadele sergileniyor hikâye boyunca. Kadın durumunu asla bir yılgınlık veya trajedi konusu yapmıyor; ne sevdiği erkekten boşanmasını istiyor ne de onu kendisinden bir çocuk sahibi olmaya zorluyor. Bir yanda gerçekten âşık olduğu ve bırakmak istemediği bir adam, diğer yanda ise şiddetli bir çocuk sahibi olma arzusu var ama bu çelişkili ve çetrefilli durumda bile kadın gücünü hep koruyor ve mücadelesini hiç bırakmıyor. Üstelik bunu yaparken bir başka kadının, evinin yakınındaki bir yetiştirme yurdunda kalan, sorunlu bir genç kadının da yolunu açmaya gayret ediyor. Katalin Berek’in “oynamadan” denebilecek bir sadelikle ve bu sadelik üzerinden yakaladığı müthiş bir gerçekçilikle canlandırdığı kadının sert görüntüsünü, yüzündeki hep biraz yorgun ve duygusuz halini hem mücadelesi hem de genç kadınla olan kimi sahnelerindeki (örneğin erkeklerin yargılayan ve tacizkâr bakışları altında eğlenceli bir yemek yedikleri restoran sahnesi) mutluluğu ile dengeliyor film ve ortaya hayli sağlam bir karakter çıkarıyor.
Ahşap işler yapan bir fabrikada çalışan ve evinde de ölümünden önce marangozluk yapan babasından kalma bir atölyesi olan kadının genç kadınla olan dostluğu bir “kadın dayanışması” örneği olarak gösterilebilir belki ama film kesinlikle bunun altını çizen bir içeriğe sahip değil. Evlenmek için yaşı küçük olan ve bu nedenle gerekli izini ailesinden alamayan genç kadına yaptığı yardımın yanında, ondan destek de alıyor kahramanımız ama film bir “birlikte başarabiliriz” hikâyesi değil. Değil, çünkü Mészáros anlatımını anlattığına müdahale etmeyen, sadece gözleyen ve bizim için sergileyen bir dil üzerine kurmayı tercih ediyor. Başvurduğu onca yakın plana rağmen karakterlerine yine de belli bir mesafe bırakarak bakmayı başarabilmesini de yönetmenin başarıları arasına ekleyebiliriz rahatlıkla. Baştaki doktor muyanesinde, duş ve yatak sahnelerinde, bir başka ifade ile söylersek kadın bedeninin ana öge olduğu hemen tüm sahnelerde çok yakın planla yapmış çekimleri yönetmen; belki sansürün de etkisi olmuş olabilir bunda ama ortaya çıkan sonuç vücudun çizgilerini yitirdiği ve silikleştiği (adeta yok olduğu) bir resim oluyor ve yakın planın “teşhirci” havasını yok ediyor bu tercih doğru bir şekilde. Bir başka ifade ile söylersek, bu yakınlık bir samimiyeti vurgularken, yakınlığın aşırılığı bu samimiyetin gerçekliği konusunda da kuşku uyandırıyor seyircide.
İşlevsiz aileler, bozuk ebeveyn ve çocuk ilişkileri ve mutsuz ev kadınlarını ana olgular olarak karşımıza getiren film tüm bunların karşısına kadının seçimlerini koyuyor sanki. Toplumsal düzenin uygun ve olması gereken olarak belirlediği kurumlara bir karşı duruş olarak da nitelendirebiliriz filmi bu nedenle. Hikâyesini gerçekçi ve bir belgesele yakışan bir tarafsızlık ile anlatan filmin ve karakterinin bu karşı duruşunun 1970’li yılların Macaristan’ı için bir gönderme olduğu düşünülebilir; siyah-beyaz çekilen ve karakterlerin çok az güldüğü/gülümsediği film “karanlık” havası ile de bu göndermeyi doğruluyor gibi. Öte yandan filmin doğrudan herhangi bir politik içerik taşımadığını ve hikâyede devleti temsil eden iki karakterin resimlerinin de oldukça anlayışlı, yapıcı ve dürüst olarak çizildiğini söylemekte yarar var.
Altın Ayı’nın ilk kez bir kadın yönetmenin çektiği bir filme verilmesi ile de sinema tarihine geçen eser, gerçekleşmeyen bir buluşma için dökülen gözyaşının bir örneği olduğu etkileyici anları, Lajos Koltai’nin etkileyici görüntü çalışması, hikâyesinin bir ahlâk dersi verme çabası içinde olmaması, György Kovács’ın başarılı müziği ve uzun düğün sahnesinde gelin ile damat arasındaki tartışmanın nedeni ve sonucunun belirsiz bırakılarak “terk edilmiş çocukların yaralı ruhları”na göndermede bulunulması gibi unsurları ile kesinlikle görülmesi gerekli bir çalışma. Toplumun ve bireylerin üzerindeki karanlığı bu konuda özel bir gayret göstermeden sergilemeyi de başaran bir klasik kesinlikle.
(“Adoption”)