“Damarlarını şeytanın kanı ile dolduracağım! Damarlarını şeytanın kanı ile dolduracağım!”
Kana susamış bir tarikatın kaçırdığı Hintli çocukların ve çaldığı değerli kutsal taşların peşine düşen Indiana Jones’un hikâyesi.
1981 tarihli ve ilk Indiana Jones filmi olan “Raiders of the Lost Ark – Kutsal Hazine Avcıları”nın gördüğü ilgi üzerine çekilen bu ikinci Indy filmi, George Lucas’ın yazdığı hikâyeye dayanan Willard Huyck ve Gloria Katz’ın senaryosu ve Steven Spielberg’in yönetmenliği ile oluşturulmuş. İlk filme göre daha karanlık bir havası olan film Indiana Jones’un arkeologluğu ile değil, aksiyon kahramanlığı ile ilgileniyor ve zaman zaman hayli yüzeyselleşen bir içerik ile seyircisini eğlendirmeyi hedefliyor. Yönetmenin kendisinin de diğer Indy filmleri kadar sevmediğini söylediği filmde baş kadın karakteri canlandıran Kate Capshaw da rolü için -oldukça doğru bir tanımlama ile- “çığlık atıp duran aptal bir sarışın” ifadesini kullanmış. Serinin en zayıf filmi bu ve arsızca kabalaşmaktan hiç çekinmeyen içeriğinden çok, Spielberg’in zanaatkârlığını konuşturduğu, dur durak bilmeyen temposu ve canlılığı ile ilgi çekiyor.
Bir önceki Indiana Jones filminin senaristi olan Amerikalı sinemacı Lawrence Kasdan bu filmin de senaryo çalışmasına katılması istendiğinde teklifi ret etmiş ve hikâyeyi “Korkunç, hoş tek bir yanı yok” gibi ifadelerle eleştirirken, filmi de “çok çirkin” olarak tanımlamış. Gerçekten de oldukça yüzeysel bir hikâyesi var filmin ve Spielberg’in bakışı da her zamanki “ergen” bakışının çok gerisinde bir kabalığa sahip. Haftalık bir çizgi romanda okuyacağınız türden bir hikâye bu ve üstelik onların da en vasat olanlarından. Bir yandan hayli karanlık olan, bir yandan da adeta bunu dengelemek istercesine derinliksiz bir mizah da yaratmaya çalışan film, hedeflediği bu dengeyi bulamadığı gibi iki zıt uçta kabalıkla karşı karşıya bırakıyor seyirciyi. Daha rafine, daha derin bir hikâye ve olay örgüsü ile içerik açısından en azından bu kadar vasat bir seviyede kalmazdı film ve ortaya sadece tekniği ile değil, anlattığı ile de ilgiyi hak eden bir sonuç çıkardı.
Film bir gece kulubündeki şov ile açılıyor. Bir Cole Porter eseri olan “Anything Goes” adlı şarkının tam bir klasik Amerikan müzikali sahnelemesi ile sergilendiği film bu açılış ile bir umut vaat ediyor. Daha sonra kulüpte yaşananlar ise bir James Bond filmine gönderme havasında çekilmiş. Indiana Jones’un görüntüye ilk girişi, mizah da içeren diyaloglar, kötü ve iyi karakterlerin fiziksel ve sözlü atışmaları, kadın karakterin hikâyeye girişine olanak sağlaması ve Indy’nin düştüğü tuzaktan kurtulabilmesi gibi ögelerin tümü rahatlıkla bir Bond filmine yakışacak içerik ve biçime sahipler. Ayrıca filmdeki tarikatın hedefinin sadece Hint köylüleri olmadığını; amaçlarının Musa, İsa ve Muhammed’e inananları da ortadan kaldırmak olduğunu düşünürsek tıpkı Bond filmlerindeki gibi yerel değil, evrensel bir kötülükle karşı karşıya olduğumuzu da söyleyebiliriz rahatlıkla. Bu sahne filmin geneline hâkim olan karanlığın aksine hayli eğlenceli ve çekici; tüm karakterlerin ve hatta objelerin parçası olduğu, bir elmas ve bir panzehir şişesinin ayaklar altında dolaştığı bu sahne filmin en başarılı bölümlerinden de biri.
“Anlaşılabilir” bir şekilde bir “Asyalılar arasında kahraman bir beyaz adam” hikâyesi anlatan ve egzotizme başvurmaktan elini hiç sakınmayan film, Spielberg’e özgü bir şekilde bir baba figürüne ve baba-oğul ilişkisine de sahip Indy ve yardımcısı rolündeki küçük Çinli çocuk üzerinden. Set tasarımının, efektlerin ve ses kurgusunun takdiri hak ettiği filmde İngilizlere de lâf atılıyor. Kötü karakterin Oxford’da okumuş olması ve İngiliz subayın girip çıktığı sarayda çevrilen dolaplar ve işlenen suçlardan hiç haberinin olmaması İngilizlere sataşılmasının örneklerinden en önemlileri olarak gösterilebilir. Indiana Jones’un başlattığı “köleler isyanı” ise bu Amerikalı karakteri adeta bir Spartaküs havasına sokuyor. Bir “fantezi” hikâyesi olarak bile, inandırıcılıktan oldukça uzak düşen yanları (büyünün panzehiri, kadının “cehennem kuyusu” havalı yere atılmadan önce diğerleri gibi kalbinin neden sökülmediğinin bir açıklamasının olmaması, kahramanımızın neden en başından bir çocuğu tüm bu tehlikenin içine attığı, amaca büyüklerin fiziksel gücü daha çok hizmet edecekken neden köle olarak sadece çocukların çalıştırıldığı vs.) olan film, hayli uzun tutulmuş olsa da yer altında ve tünellerde geçen sahnelerinin adrenali ile de aksiyon ve eğlence meraklılarının ilgisini çekecektir kesinlikle.
Hedeflerini yakalayan ama bu hedeflerin kabalığı ve yanlışlığı nedeni ile vasat sularda gezinen filmde başroldeki Harrison Ford aksiyon sahnelerinde parlarken, diğer sahnelerde hikâyeye ve karakterine pek de inanmış görünmeyen bir performans sunuyor. Ona eşlik eden Kate Capshaw ise kendisine biçilen rolü, sinir bozucu olmayı, başarı ile yerine getiriyor. Zaman zaman çılgınlaşan temponun meraklılarına ve müzikalden Bond filmlerine, egzotik maceralardan “slapstick” komedilere farklı türler arasında gezinmekten hoşlananlara önerilebilir.
(“Indiana Jones: Kamçılı Adam”)