“Benim için sadece kızın kendisi değil, ailesi de önemli: Babası, annesi. Ebeveynleri seviyorum… benim ebeveynlerim olmadıkları zaman”
Bir çiçekçide çalışan evli ve mutlu Antoine Doinel’in bir Japon kadınla tanışması ile bozulan düzeninin hikâyesi.
Fransız sinemacı François Truffaut’nun 1959’da “Les Quatre Cents Coups – 400 Darbe” ile sinema perdesinde ilk kez karşımıza çıkardığı ve toplamda beş filmde hayatının farklı aşamalarına tanıklık etmemizi sağladığı Antoine Doinel karakterinin üçüncü hikâyesi. Truffaut’nun “alter-ego”su olan Doinel karakteri bu macerasında mutlu bir evliliğin içindeyken bir Japon kadının etkisinde kalıyor ve tüm düzeni alt üst oluyor. Truffaut senaryosunu Claude de Givray ve Bernard Revon ile birlikte yazdığı filmde yine sinemasının tüm güzelliklerine sahip, baş karakterinin dayanılmaz çekiciliğinden bolca yararlanan, hafif ve uçarı ama aynı zamanda derinliği de olan bir sonuç elde etmiş. Sinema tarihinin usta yönetmenlerinden birinin aynı tarihin en unutulmaz karakterlerinden birini anlattığı bu film mutlaka görülmeyi hak ediyor.
Antoine Duhamel’in bir gerilim/korku havasının ağır bastığı (oysa hikâyede bu havayı gerektiren sadece bir gizemli karakter var) ama eğlenceye de göz kırpan müziği eşliğindeki jenerikle başlıyor film. Müzikte kemanın ağırlığını, Antoine Doinel’in eşi olan Christine Darbon Doinel’in küçük çocuklara keman dersi vermesi ile açıklayabileceğimiz film kadının yeni ve mutlu bir evliliği olduğunu hatırlatan bir sahne ile açılıyor. Manavın kendisine matmazel diye hitap etmesini, “matmazel değil, madam” tepkisi ile düzeltiyor. Evet, “Baisers Volés – Çalıntı Buseler” filminde tanıştığı Antoine Doinel ile evlenmiştir bu şirin genç kadın ve çok da mutludur. Antoine bir çiçekçide çalışmakta ve çiçekleri boyama işi yapmaktadır, bir yandan da “mutlak kırmızı”yı bulmaya çalışmaktadır. Bu ikilinin araya giren, daha doğrusu Antione’ın tüm o sevimli bencilliği ile hayatına soktuğu kadın çiftin mutluluğuna sekte vuracak ve onlarda da bizde de eski mutlu günlerine dönüp dönemeyecekleri konusunda merak ve endişe yaratacaktır.
Film temel olarak bir mutluluk-problem-mutluluk/mutsuzluk hikâyesi anlatıyor bize; bu bakımdan da oldukça basit ve yalın bir hikâyesi var. Hikâyeyi yan karakterlerle -ama onları pek derinleştirmeden- zenginleştirmeyi ve onu ilgili ya da ilgisiz çeşitli küçük mizah anları ile çekici kılmayı tercih etmiş Truffaut. Örneğin çiftimizle aynı apartmanda oturan “gizemli ve korkutucu adam” karakteri hikâyenin kendisi veya ana karakterlerimiz ile doğrudan hiçbir ilgisi olmayan bir şekilde kullanılmış; ama bunun bir örneği olduğu gibi tüm bu unsurlardan bir cazibe yaratmayı başarmış yönetmen. Hikâyedeki mizah anları sadelikleri, doğallıkları ve elbette en çok da Jean Pierre Léaud’un tamamı ile kendisine ait kılmayı başardığı Antoine karakteri ile öne çıkıyor ve çoğunlukla gülümseme, zaman zaman da kahkaha ile karşılayacağınız içerikleri ile eğlendiriyorlar. Örneğin çocuğunun keman dersinin parasını vermeyi unutan ailelelerle mücadele yöntemi, Antoine’ı yolda çevirip sürekli borç isteyen adam, evinde kütüphane olmayan Antoine’ın -tam da karakterinin saflığı, naifliği ve sevimli bir kendine odaklılığı- ile kütüphane merdiveni satın alması, iş görüşmesinde İngilizce konuşan Doinel’in ciddî sevimliliği veya Japon sevgilinin geleneklerine uyarak yemeği yer sofrasında yemesinin neden olduğu sıkıntılar filme sürekli kılınmış bir keyifli hava veriyorlar.
Sinefil tanımlamasının en yakıştığı kişilerden biri olan ve “Günde üç film, haftada üç kitap ve muhteşem müzik beni ölene kadar mutlu etmeye yeter” diyen Truffaut’nun bu filminde başka filmlere veya sinemacılara göndermede bulunmuş olması çok doğal. Televizyona çıkan bir adamın Fransız oyuncu Delphine Seyrig’i ve onun Alain Resnais başyapıtı “L’Année Dernière à Marienbad – Geçen Yıl Marienbad’da”daki karakterini taklit etmesi ve yine Seyrig’in “Baisers Volés – Çalıntı Buseler” filmindeki repliklerini tekrarlaması, bir dış sahnede John Ford’un “Cheyenne Autumn – Baharda Hücum” filminin dev bir afişinin karşımıza çıkması ve metroda geçen bir sahnede usta Fransız sinemacı Jacques Tati’nin ölümsüz karakteri “Mösyö Hulot”nun ona has vücut dili ile kısa bir komedi ânının yaratıcısı olmasını örnek gösterebiliriz bu göndermelere. Kimi sahnelerin de Truffaut’nun çok beğendiği iki sinemacının (Alfred Hitchcock ve Ernst Lubitsch) tarzını hatırlattığını belirtelim son olarak.
Tıpkı Antione Doinel’in karakteri gibi hızlı ve kesik kesik ilerleyen ve daldan dala atlayan (bu bağlamda Truffaut’nun tarzı mı Doinel’in karakterini yarattı, yoksa tersi mi doğru bunun diye düşünebiliriz) filmdeki Japon sevgili gerçek olmasına rağmen, öte yandan tam da genç adamın hayalinde yaratacağı türden bir karakter. O yılların ünlü bir modeli olan Hiroko Matsumoto’nun sinemadaki tek filminde canlandırdığı bu egzotik kadınla ilgili iki sahnenin de (kendiliğinden açılan ve içlerindeki küçük kağıtlar düşen güller ve ihaneti öğrenen eşin kocasını karşıladığı andaki görünümü) desteklediği bu durum Antoine’ın kendine dönüklüğü ile de açıklanabilir elbette. “Sen benim kız kardeşim, kızım, annemsin” dediği karısından “Ben senin karın olmak istedim” cevabını alan kahramanımızın seçimlerini hep kendi hayatındaki eksikliklerine odaklanan bir şekilde yaptığının göstergesi olması da destekliyor bu görüşü.
Bir “Baisers Volés – Çalıntı Buseler” kadar çarpıcı ve güçlü değil bu film şüphesiz ve hatta Truffaut’nun kendisini tekrar etmeye başlamasının da örneklerinden biri olarak gösterilebilir belki. Yine de travmalı çocukluğundan sonra hâlâ büyümeye devam eden bir insanın, o sevimli Antoine Doinel karakterinin bu macerası da kesinlikle görülmeyi hak ediyor. Daniel Ceccaldi’nin canlandırdığı Christine’in babasının da sinemanın en keyifli, rahat ve insanın kendisini yanında mutlaka huzurlu ve kaygısız hissedeceği karakterlerden biri olduğunu da hatırlatarak bu Truffaut filmini de gönül rahatlığı ile sinemanın önemli eserleri arasına koyabiliriz. Serinin önceki filmlerini hatırlatan tekrarlar içermesine rağmen hâlâ tazeliğini ve farklılığını koruyan ve Yeni Dalga’ya has bir uçarılığı ve arsızlığı da olan hoş ve keyifli bir film bu. Sadelikleri, gençlikleri ve doğal oyunları ile hikâyeye çok önemli katkılar sağlayan Jean-Pierre Leaud ve Claude Jade ikilisinin birbilerine ne kadar yakıştıklarını hatırlamak için de iyi bir fırsat.
(“Bed & Board” – “Aile Yuvası”)