“Joe’yu rahat bırakmanı istiyorum. Anlıyor musun? Onu zehirliyorsun. Daha önce kendinden emindi hep. Sen gelene kadar yolunu hiç kaybetmemişti”
Suçunu üstlendiği bir adamın ayarladığı planla cezaevinden kaçan ve parasını almak için o adama ulaşmaya çalışan bir mahkûmun hikâyesi.
Senaryosunu Arnold B. Armstrong ve Audrey Ashley’in orijinal hikâyesinden yola çıkarak Leopold Atlas ve John C. Higgins’in yazdığı, yönetmenliğini Anthony Mann’ın üstlendiği bir ABD yapımı. Özellikle western ve kara filmleri ile tanınan Mann’ın bu filmi bir ihanet, kaçış ve aşk hikâyesi ve alçak gönüllü tavrı ile suç filmlerinden hoşlananların ilgisini çekebilecek bir çalışma. Arada fazlası ile doğrudan toplumsal mesajlar vermekten kaçınamasa da, bu bir yandan hakkının peşine düşen diğer yandan iki kadının aşkı arasında kalan adamın hikâyesi özellikle 1940’ların havasını taşıyan B tipi kara filmlerden hoşlananlar için.
Joe Sullivan bir suçu üstlenerek girdiği cezaevinden çete liderinin ayarladığı bir planla kaçacaktır; bilmediği ise bu planın başarısız olmasını hedefleyen adamın böylece ona vermesi gereken paradan kurtulmak isteğidir. Biri sevgilisi olan, diğeri ise duruşmaları sırasında geçmişinden dolayı kendisinden etkilenen iki kadın bu kaçış hikâyesinde onun gönüllü ve gönülsüz yoldaşı olacaklardır. Anthony Mann bu mütevazı hikâyeyi kara film atmosferine uygun bir sinema dili ile anlatıyor bize ve türün gereklerini yerine getirerek seyri keyifli bir sonuç çıkarıyor ortaya. Senaryonun bazı inandırıcılık problemleri ve bir ahlâk mesajı verme çabası var açıkçası ama iddiasız yalınlığı filmin bu kusurlarından rahatsız olmamanızı sağlıyor. Hikâyenin dört ana karakterini -Joe (Dennis O’Keefe), sevgilisi Pat (Claire Trevor), davası ile ilgilenen avukatla çalıştığını anladığımız ve Joe’ya sempatiden kaynaklı bir sevgi besleyen Ann (Marsha Hunt) ve hikâyenin kahramanını oyuna getirmeye çalışan çete lideri Rick (Raymond Burr)- başlarda tanıtarak temel taşları yerine oturtan senaryo bundan sonra bizi bir kaçış ve intikam macerasını izlemeye çağırıyor.
Başta Ann karakterinin adama olan aşkının gerçekçiliği olmak üzere senaryonun bazı problemleri var açıkçası. Genç bir kadının tek başına yaşadığı bir evde dışarıdan rahatça girilebilecek şekilde penceresini açık bırakarak uyuması veya kaçış için kullanılan araçlardan biri olan taksinin aynı kadının evinin önüne park edilmesi gibi tuhaflıkları da örnekleri arasında verebileceğimiz bu problemler bir yana bırakılarak seyredilmesi gereken ve Anthony Mann’ın görüntü yönetmeni John Alton ile birlikte yarattığı türün “doğal” bileşeni siyah-beyaz görüntülerinin tadına varılması gereken bir film bu. İki kadından birinin adamı “yanlış” olana, diğerinin ise “doğru” olana teşvik etmesi (sol ve sağ omuzlardaki melek misali) seyrettiğimizi doğal olarak bir ahlakî ikilem hikâyesi yapıyor ama Ann karakterinin adama kendisinin de kolay bir hayat yaşamadığını uzun uzun anlattığı bölüm ve elbette finali başta olmak üzere film mesaj kaygısını bunun dışında da hep canlı tutuyor. Belki bugünün dünyasında gerek duyulmayacak ama o dönemin resmî ve toplumsal beklentilerine uygun bir tercih bu şüphesiz.
Senaryonun Pat karakterini -sadece kendi kişisel duygularını anlatmak için de olsa- zaman zaman anlatıcı olarak kullanması doğru bir seçim olmuş. Belki filme olması gerektiği kadar tutarlı bir şekilde yayılamamış bu kullanım ama yine de seyrettiğimize bir polisiye romanın satırlarının tadını getiriyor ki bu da olumlu bir puan. Bir başka olumlu unsur olarak, hikâye boyunca adam ve ikisi de onu seven kadınların hep birlikte olması ve seyrettiğimizi aynı zamanda bir aşk ve tutku hikâyesi olarak çekici kılması. İnsanın sevdiği ya da sevgisi için neler yapabileceğini bir “ucuz roman” tadında sahnelerle anlatıyor film ve üç karakterin de psikolojilerini hikâyenin önemli bir parçası yapmayı başarıyor. Tüm bu karakterlerin itirafları, fedakârlıkları ve yüzleşmelerini de filme sıkı bir kapanış sağlayacak şekilde kullanmayı başarıyor Anthony Mann.
İşini “tetiği hep başkalarına çektirerek” yürüten acımasız ve sert çete lideri Rick dışındaki diğer üç karakteri mutlak iyi veya kötü olarak tanımlamaması da filmin olumlu yönlerinden. İki kadın arasındaki sürtüşmenin onları filmin kahramanı kadar öne çıkarmasının seyrettiğimiz hikâyeyi benzerlerinden farklı kıldığını da rahatlıkla söyleyebileceğimiz çalışmada dört oyuncu da iyi performanslar sunuyorlar. Alton’ın kamerasının farklı objeleri (ağaçlar, telefon telleri , binalar vs.) özellikle baş karakterini göründüğü sahnelerde sınırlayıcı, kısıtlayıcı bir şekilde kullanarak onun “Sadece temiz hava almak istiyorum” cümlesi ile özetlediği özgürlük arayışını ve bu arayışın umarsızlığını çarpıcı bir biçimde vurgulaması ve yine Alton’ın ışık-gölge karşıtlığından ustaca yararlandığı kareleri ile görsel açıdan hayli üst düzeyde seyreden film bir kara film klasiği değil belki ama türünün ilgiyi hak eden alçak gönüllü ve keyifli çalışmalarından biri.
(“Ölümden Firar”)