Press – Sedat Yılmaz (2010)

“Bak, aslanım; o gazetede çalıştığın sürece benim için dağdaki teröristten farkın yok”

90’lı yılların başında Özgür Gündem gazetesinin Diyarbakır bürosunda çalışan gazetecilerin olağanüstü hâl koşulları altında yaşadıklarının hikâyesi.

Sedat Yılmaz’ın yazdığı ve yönettiği film 1990’lı yıllarda doruğuna çıkan bir baskının ve sayısı artan faili meçhullerin yaşandığı bir dönemde gazetecilik yapmaya çalışan bir avuç insanın karşılaştıklarını anlatan etkileyici bir çalışma. Gücünü -maalesef- sinemasından çok, konusundan alan ve ülkenin en yakıcı sorununu cesaretle dile getirebilmesi ile sinemamızın tarihi içinde kesinlikle önemli bir çalışma bu ve ülkenin özellikle bir bölgesinde bunlar yaşanırken, hayatın nasıl akıp gidebildiğini sorgulatması ile olduğu kadar, bu sorunun bugün de aynı sıcaklığı ile devam ettiğini hatırlatması ile değerli. Sinema dili olarak zaman zaman amatör bir havaya bürünen film bir yandan da bu havanın sağladığı doğallık ve gerçekçilik ile dikkat çekiyor.

Özgür Gündem gazetesi 1992’de yayın hayatına başlamış ve 1994’te mahkeme kararı ile kapatılmış. 2009’da Kürt sorununun çözümü için başlatılan sürecin sağladığı hava sayesinde 2011’de tekrar yayınlanmaya başlayan gazetenin hayatına 2016’da hükümetin bir KHK’si ile tekrar son verilmiş. Bu gazetenin hayatı ve başına gelenler Kürt sorunu tarihinde çok önemli bir yer tutacak öneme sahip ve bir gün bu ülkede demokrasinin asgarî koşulları sağlanırsa bu gazeteye gazeteci veya okuyucu olarak emek vermiş herkesin kişisel dramı da hak ettikleri şekilde anılacaktır kuşkusuz. Bugün film -sinema değeri dışında- iki önemli nedenle dikkat çekiyor: Birincisi “kanıksanan” bir sorunun ne kadar trajik sonuçları olduğunu bir kez daha hatırlatması ve üzerinden sadece 11 yıl geçmiş olmasına rağmen bugün sinemamızda böyle bir filmin çekilmesinin mümkün olmaması. Özellikle bu ikincisi bir şey daha söylüyor bize: Bireylerin neye ne zaman ve ne kadar hakkı olduğuna her zaman ”devlet”in karar vermiş olması. Bir gün anlatılması teşvik edilen ya da buna en azından göz yumulan hikâyeleri anlatanların ertesi gün terörist ve vatan haini olmalarının an meselesi olduğu bir ülke burası.

Hikâye bir tik tak sesi ile başlıyor ki duyduğumuz bu sesin bir saatli bombadan duyacağımız ile aynı olduğunu düşününce Sedat Yılmaz’ın hoş bir oyunla başladığını düşünebiliriz hikâye. Ses eski usûl bir çalar saatten gelmektedir ve Özgür Gündem gazetesinin ofisinde yatıp kalkan, büroda gazetecilik dışında, gazetenin dağıtımı da dahil her türlü işi yapan Fırat’ın mekanik becerisi ile bir kasetçalara bağladığı bu saatin zili çaldığında bir kaset de otomatik olarak dönmeye başlar. Duyduğumuz şarkı Ciwan Haco’nun 1981 tarihli “Diyarbekir” isimli albümünün isim parçasıdır. 6 gazeteci ve bir de 18 yaşlarında olan Fırat çalışmaktadır İstanbul merkezli Özgür Gündem gazetesinin Diyarbakır bürosunda. Zaman OHAL dönemidir ve o günkü manşeti “Köylüler zorla göç ettiriliyor” olan gazetenin çalışanı, dağıtanı ve okuyanı olmak ciddi bir cesaret istemektedir. Sedat Yılmaz bu ilk ve şu ana kadarki son yönetmenlik çalışmasında bu cesaretin hikâyesini anlatıyor temel olarak.

Filmin adının çift, hatta üç anlamı var: “Press” basın anlamına geldiği gibi aynı zamanda basın çalışanlarının üzerinde ülke koşullarının yarattığı baskıyı da ifade ediyor. Bu iki anlama bir üçüncüyü de ekleyebiliriz aslında: Basınç veya darbe uygulayarak metaller üzerinde işlem yapmak için kullanılan pres makinesini, filmdeki karşılığı ile düşünürsek “devlet”i hatırlatıyor bu isim bize. Böylece Sedat Yılmaz tek bir kelime ile baskıyı, bu baskıyı kuranları ve onun kurbanı olanları işaret etmeyi başarıyor. Özellikle bugün bakıldığında ve “çözüm süreci”nin sağladığı atmosferin katkısı tartışılmaz olmasına rağmen cesur bir film bu. Bu ülkede devlet şiddetinin sembollerinden olan beyaz bir arabadan inenlerin gazetecileri kaçırıp dövmeleri ve tehdit etmeleri, PKK’lilerin kulaklarının kesilmesi, basın çalışanlarının sokak ortasında infaz edilmeleri ve ordu mensuplarının karıştığı yasa dışı işler açık bir biçimde gösteriliyor filmde. Bugün bunları dile getirmeyi bırakın, ima etmenin bile imkânsız olduğunu hatırlayınca, filmin bu bakımdan sinemamızda özel bir yeri olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Filmin artıları arasına bir “mesaj filmi” olmaktan sıyrılabilmesini de eklemek gerekiyor. Filme emek veren herkesin yüreklerinin ne tarafta olduğunu anlayabiliyoruz ama Sedat Yılmaz hikâyesi ile -arada gözden kaçan birkaç diyalog dışında- bir bildiri vermeye soyunmuyor, doğru bir şekilde. Ne var ki senaryonun tıpkı kurgu ve yönetmenlik çalışmasında (Sedat Yılmaz bu üç rolü de üstlenmiş) olduğu gibi çok da önemsiz olmayan kusurları olmadığı anlamına gelmiyor bu durum. Senaryo yaşanan trajedinin bir tartışmanın konusu olabilecek her örneğini, her boyutunu bir şekilde içermeye çalışarak bir film süresi için gereğinden fazla konuya el atmaya çalışmış. Evet, her biri önemli bunların ama daha kısıtlı bir olay sayısı ile yetinerek, onlara odaklanmak kesinlikle daha güçlü ve vurucu bir hikaye seyretmemizi sağlayabilirmiş. Senaryoya danışmanlık yapan ve kendisi de o dönem gazetenin Urfa muhabiri olan Bayram Balcı’nın sağladığı malzeme yeterince ayıklanmamış görünüyor, bir başka ifade ile söylersek. Bunun dışında, tüm hayatları iç içe geçenlerden biri kaçırılıp dövüldüğünde bunun diğerleri üzerindeki etkisinin hiç gösterilmemesi ve hatta bu haberin gruptaki diğerlerine verilmesinin sıradan bir olaydan bahsediyormuşcasına geçiştirilmesi gibi tutarsızlık ve akış problemleri de var senaryonun. Hikâyedeki küçük mizah anları ise (örneğin faks makinesi ile yaşananlar) hayatın en olumsuz koşullarda bile devam ettiğini (etmek zorunda olduğunu) göstermesi açısından doğru ve yerinde bir seçim olmuş.

“Hâlâ öğrenemedin mi? Gerçeğe kurşun işlemez” sözü sarfediliyor hikâyede ve aynı hikâye o gerçeği ortaya çıkarmak ve yaymak için uğraşanlara kurşunların işleyeceğini ama gerçeğin peşine düşenlerin de bir şekilde var olmaya hep devam edeceğini söylüyor umut veren biçimde. Çeşitli kurgu hataları (ofisteki tuvalete girip çıkanların bir yanlış anlamaya neden olacak şekilde kurgulanmasında olduğu gibi) olan ve “fotoğraf makinesi tabancaya karşı” sahnesinde olduğu gibi mizansen eksiklikleri bulunan film pek çok ödüle sahip olmuş ve Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Fırat rolünde sıcak bir performans veren Aram Dildar’ın Kürtçe konuşması (evet bir insanın ana dilini konuşması!) seyircilerin tepkisine neden olmuş. Böyle bir ülkede eksiklikleri ne olursa olsun bu filmi çekmeye cesaret eden Yılmaz, bir konuşmasında “Ana medya Kürtlerin bağrına sağlanmış bir mızrak ucudur” ifadesini kullanmış ve bugün ana medyanın dahi var olamadığı bir ülkede yaşıyor olduğumuz gerçeği tüm önemli kusurlarına rağmen filmi önemli kılıyor. Elbette tek meziyeti bu değil filmin; yaratıcılarının samimiyetinin her karesine sindiğini hissetmek ve Sedat Yılmaz’ın anlattığı hikâyeyi ve karakterlerini hiçbir şekilde sömürmediğine tanık olmak da değer katıyor bu çalışmaya. Dönemin başbakanlarından Süleyman Demirel’in “Bunlar gazeteci kılığında militanlar, birbirlerini vuruyorlar… Devlet cinayet işlemez” diyerek devletin tüm suçlarını “akladığı” ülkenin sinema tarihinde kuşkusuz yerini alacak bu çalışma.

(Visited 84 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir