The Birds – Alfred Hitchcock (1963)

“Bunu neden yapıyorlar? Bunu neden yapıyorlar? Her şey sen geldikten sonra başladı diyorlar. Kimsin sen? Nesin sen? Nereden geldin? Bence bütün bunların sebebi sensin. Bence sen şeytansın. Şeytan!”

Zengin bir kadının yeni tanıştığı bir avukata şaka yapmak amacı ile gittiği sahil kasabasının beklenmedik ve nedensiz görünen bir şekilde kuşların vahşi saldırılarına uğramasının hikâyesi.

İngiliz yazar Daphne du Maurier’in aynı adlı hikâyesinden esinlenen senaryosunu Evan Hunter’ın yazdığı, yönetmenliğini Alfred Hitchcock’un üstlendiği bir ABD yapımı. Usta yönetmenin, “kötü adam”ın insan olmaması ile diğer filmlerinden ayrı bir yerde duran bu çalışması onun gerilim atmosferine korkuyu da dahil etmesi ve içerdiği gizem ile de ilginç bir film ve günümüz sinemasının olanakları içinde sıradan görünebilecek görsel başarısı da takdiri gerektiriyor. Özellikle kadın oyuncularının performanslarının dikkat çektiği film başroldeki Tippi Hedren’in -1950’de figüran olarak yer aldığı “The Petty Girl” filmi bir yana bırakılırsa- ilk sinema deneyimi olması ile ayrıca bir önem taşıyor. Sinema tarihine geçen sahneleri, Hitchcock’un usta hikâye anlatıcılığının izlerini her karesine yansıtması ve elbette bir Hitchcock filmi olması nedeni ile mutlaka görülmesi gereken bir klasik.

Daphne du Maurier’in radyo, televizyon ve tiyatroya da uyarlanan hikâyesi 1952’de yayımlanmış ilk kez. Bir başka İngiliz yazar, Frank Baker hikâyenin kendisinin 1936 tarihli ve aynı isimli romanına çok benzediğini öne sürmüş uzun yıllarca. Bir intihal var mı yok mu ayrı bir konu ama zaten Hitchcock’un filminin senaryosu kuşların kasabaya saldırması ve bu saldırının “nedensizliği” dışında her ikisi ile de fazla bir benzerlik taşımıyor; olayların akışı ve pek çok farklı karakterin varlığı ile neredeyse özgün bile denebilir Evan Hunter’ın senaryosu için. Çok çarpıcı bir görüntü ile sona eren ve bu görüntüyü desteklemek üzere ve yönetmenin ısrarı üzerine klasik “The End” ibaresi ile kapanmayan film zengin, güçlü ve şımarık bir kadının tesadüfen tanıştığı bir avukata oyun oynamak üzere adamın yaşadığı kasabaya gitmesi ile başlayan olayları anlatıyor. Yaklaşık ilk yirmi dakikasında kuşlar var ama bunlar iki adet sevimli muhabbet kuşu sadece. Açılış jeneriği boyunca perdede farklı yönlerde uçup duran ve tekinsiz sesler çıkaran kara kuşları saymazsak, bu yaratıklarla bağlantılı ilk gerilim bir martının Hedren’in canlandırdığı kadına ani bir şekilde saldırıp başından yaralaması ile gerçekleşiyor. Daha sonra bu saldırıların sıklığı ve kaldıran kuşların sayısı ve çeşitleri artıyor ve tüm kasaba onların terörüne maruz kalıyor.

Tiipi Hedren’i bir reklam filminde görmüş Hitchcock ve kendisinin “sarışın yıldız”larından biri olabileceğine karar vermiş hemen. O reklamda caddede yürürken kendisine ıslık çalan bir oğlan çocuğuna arkasına bakarak gülümseyerek karşılık veriyormuş oyuncu ve işte bu sahnenin aynısı ile açılıyor film. Yönetmen oyunbazlığının bir göstergesi olan bu açılışta kadını bir evcil hayvan dükkanına girerken gösteriyor daha sonra ama tam o içeri girerken bir adam da iki köpeği ile dışarı çıkıyor; bu da bir Hitchcock geleneğinin -filmlerinin başında çok kısaca görünme- örneği çünkü bu adam yönetmenin ta kendisi. Bu dükkanda gerçekleşen karşılaşma Evan Hunter’ın kaleminden çıkan eğlenceli ve akıcı diyaloglar, başrollerdeki Hedren ve Rod Taylor’ın sıcak ve keyifli performansları ile daha sonra tanığı olacağımız korku ve gerilimden çok uzak bir giriş sağlıyor filme. Aslında bu açılışta bile gerilimin çeşitli ip uçlarını veriyor Hitchcock: Kadın dükkana girerken dikkatini gökyüzündeki martıların çokluğu çekiyor örneğin (satıcı kadın, “Herhalde denizde fırtına olduğu için kara tarafına geçmişlerdir” diyor açıklama olarak ama hava yakınlarda bir fırtınayı gösteriyor gibi değildir), adam ile kadın karşılıklı oyun oynarlarken birbirine bir küçük kuş kafesinden kaçıyor ve Hitchcock tarzı bir numara ile diyaloglara özellikle yükseltilmiş görünen kuş sesleri eşlik ediyor sürekli olarak.

Her ne kadar kasaba halkı bir yabancı olduğu ve saldırılar da onun gelişi ile başladığı için kadını suçlasa da kuşların vahşi saldırıları için film bize herhangi bir açıklama vermiyor. Olanları Tanrı’nın insanlara cezası olarak yorumlayan biri oluyor ama kimsenin dikkate almadığı bir kişi bu düşünceyi dile getiren. Hedren’in karakterinin (Melanie Daniels) zengin, şımarık, kararlı ve “fazlası ile” özgüvenli görünen bir kadın olması dikkat çekiyor aslında. Muhafazakâr bir bakışla, kadının toplum içinde “bağımsız hareket etmesi”nin bir sonucu ve bunun neden olduğu felaketlere bir gönderme olarak görülebilir yaşananlar ama hikâye aksine kadının bu gücünün olumlu sonuçlarını gösteriyor genel olarak. Kuşların tuhaflığını insanın doğaya yaptıklarının bir karşılığı olarak da görmek mümkün ve yönetmen de bir röportajında “Kuşların isyanının insanların doğayı istismar etmelerinin (değerini takdir etmeden varlığını garanti görmelerinin) sonucu olduğunu söylemiş nitekim ama hikâye bunu dile getirmiyor hiç. Dolayısı ile saldırıların nedeni belirsiz bırakılıyor ama sonucu açısından farklı bir şey söylemek gerekiyor: Usta görüntü yönetmeni Robert Burks’ün son karesi şehrin üzerine çöken karanlığı çok iyi yansıtıyor ve tanığı olduğumuz kaçışın sonuçsuzluğunu gösteriyor sanki. Açıkçası nedeni belli olmayan ve mücadele etmenin de imkânsız görüldüğü bir saldırı için yazılabilecek en iyi finalmiş bu; diğer sonlar zorlanmış bir çözüm içerebilirmiş ancak.

Kadın hakkındaki Roma’daki çeşmeye çırılçıplak atlamış olması dedikodusu üç yıl önce çekilmiş olan Fellini filmi “La Dolce Vita”da Anita Ekberg’in sahnesinden esinlenerek mi yazılmış bilmiyorum ama Evan Hunter’ın senaryosu bu ilginç kadın ve diğer ikisini (adamın annesi ve eski kız arkadaşı) çok daha çekici ve derinlikli yaratmış görünüyor; öyle ki başrol olmasına rağmen Rod Taylor’ın karakteri daha sıradan kalıyor onların yanında. Avukatın kız kardeşini de katarsak dört kadınla çevrili adamın etrafı; küçük kızın erkekle ilişkisi hikâyede özel bir önem taşmıyor ama diğer üç kadının onunla ilişkisi hayli ilginç: Eşinin ölümünden sonra kendisini çok yalnız hisseden anne (Jessica Tandy) oğlunun ilişkilerine hep olumsuz yaklaşmış ve korkmuş onlardan (“Kendisinin veremeyeceği tek şeyi oğluna verebilecek kadınlardan korkuyor: Aşk!”); eski kız arkadaş Annie (Suzanne Pleshette) ise anne nedeni ile ayrılmak zorunda kaldığı adamdan uzak kalmamak için ona yakın bir yere yerleşmiş ve karşılıksız aşkını canlı tutmaktadır hâlâ. Hikâyenin kahramanı Melanie ise önce oyunları için bir araç olarak gördüğü adama zaman ilerledikçe âşık olacaktır. Kısacası -kız kardeşini de katarsak- dört kadın tarafından kendilerince sevilen bir adam var karşımızda. Böyle bakınca bir aşk filmi bu (hikâye boyunca karşımıza çıkan muhabbet kuşlarının İngilizcedeki isimlerinin “love bird” olduğunu hatırlatalım bu arada) bir yandan da ve senaryo uzatılmış görünen bazı sahneler (örneğin bardaki konuşmalar) dışında karakterler arasındaki sevgi ilişkilerini bir korku / gerilim hikâyesi içine çok iyi yedirmiş görünüyor. Başlardaki hafif havanın yerini yavaş yavaş sert bir atmosfere bırakması yönetmenin ustalıklı mizanseni ile oldukça inandırıcı. ABD gibi kendini fazlası ile önemsemekten kaynaklanan paranoyaları olan bir ülkede kasabada yaşananların tüm ülkeyi çok daha önce ayaklandırması gerekirmiş ama senaryonun bu kusuru görmezlikten gelinebilir rahatlıkla.

Tippi Hedren tüm hikâye boyunca sadece iki farklı kıyafet giymiş: Oscarlı kostüm tasarımcısı Edith Head’in “Nil Yeşili” olarak tanımladığı renkteki şık takımı ve kasabanın dükkanından satın almak zorunda kaldığı pijamaları ama oyuncu bu ilk diyebileceğimiz sinema filminde her iki kıyafet içinde de çok zarif görünmeyi başardığı gibi bu zarifliğinin hikâyenin sertliğinin önüne geçmesini sağlayacak ince ve sağlam bir oyunculuk sunmuş. Jessica Tandy ve Suzanne Pleshette karakterlerini güçlü ve inandırıcı performanslarla karşımıza getirirken her ikisi de içlerinde -erkek nedeni ile- kopan fırtınaları çok iyi anlatıyorlar. Başrolün diğer ismi Rod Taylor ise onca sahnesine rağmen senaryo nedeni ile bir parça geride kalıyor ama işini de hiç aksamadan yerine getiriyor.

Şömineden evin içine doluşan yüzlerce kuş, doğum günü partisi, okuldaki saldırı (bir bankta oturan Melanie’nin etrafında yavaş yavaş toplanan kuşlar ve bu sırada çocukların sınıfta söylediği şarkıdan okul çıkışındaki korkunç saldırıya kadar dört dörtlük bir sahne bu) ve istasyondaki kaos (kurgusu, mizanseni ve görüntüleri ile tam bir başarı bu sahne ve bir adamın kendisini uyaran onlarca insanı fark etmeyip, benzin sızıntısına sigarasını yaktığı kibriti atması bugün en çok hatırlanan ve filmi de klasik kılan anlardan biri) ile yine çok iyi bir iş çıkarmış Hitchcock. Yangın sırasında olan biteni bir ara kuşların gözünden göstermesindeki akıl dolu yönetim onun neden sinemanın en usta isimlerinden biri olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.

Mekanik kuşların yanında 3.200 gerçek kuşun da kullanıldığı filmin 1994 yılında televizyon için bir devam filmi çekilmiş ve Hedren’in farklı bir karakteri canlandırdığı bu çalışma (“The Birds II: Land’s End”) o derece başarısız olmuş ki yönetmeni Rick Rosenthal gerçek adının kullanılmasına izin vermemiş. Hitchcock’un bu üçüncü Daphne Du Maurier uyarlaması (diğerleri 1939 yapımı “Jamaica Inn” ve 1940 tarihli “Rebecca”) olan ve özellikle belli sahnelerde hayli başarılı olan diyaloglarına rağmen asıl çekiciliğini görsel çalışmasından ve kurgudan (George Tomasini bu başarılı kurgu çalışmasının sahibi) alan filmde müziğin yerini ses efektlerine bırakması çok iyi bir sonuç vermiş. Sonuç olarak, her sinemaseverin mutlaka görmesi gereken ve başarılı bir hikâye anlatıcılığının inandırıcılık gibi bir başlığı nasıl önemsiz kılabileceğini gösteren bir klasik bu Hitchcock filmi.

(“Kuşlar”)

(Visited 576 times, 10 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir