“Biliyor musun, bazen merak ediyorum; acaba kendi ailem de başkaları tarafından kiralanmış olabilir mi? Ya onlar da sadece rollerini oynayan oyuncularsa?”
Çok küçükken babası tarafından terk edilen bir kıza baba rolü yapması için kiralanan bir adamın ve onun şirketinin verdiği benzer “aile saadeti” hizmetlerinin hikâyesi.
Werner Herzog’un yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. Herzog’un şimdilik son kurgu filmi olan çalışma Japonya’da gerçekten verilmekte olan ilginç bir hizmeti konu alan ve bu hizmet üzerinden modern dünyada insanların yalnızlığını çarpıcı bir şekilde anlatan bir sinema yapıtı. Seyircide bir belgesel olduğu izlenimini yaratacak kadar gerçek bir hikâyesi ve sinema dili olan film insan doğası üzerine düşünmemizi sağlayan, 78 yaşındaki yönetmenin sinemadaki arayışlarını sürdürmesinin örneklerinden biri olan ve konusunun ilginçliğinin daha da sert kıldığı gerçekliği ile çok önemli bir yapıt ve özellikle de farklı bir film arayanların mutlaka görmesi gereken bir eser.
Filmin MUBI’deki gösteriminin öncesinde yönetmen yapıtı ile ilgili önemli bilgiler verirken, sonrasında da MUBI’nin yöneticilerinden Daniel Kasman’ın sorularını cevaplandırıyor ve çok daha değerli kılıyor seyir keyfini. Baştaki konuşmada şöyle diyor Herzog: “Filmin adına “LLC” (Limited kelimesinin İngilizce kısaltması) koydum çünkü saadet Japonya’da bir işe dönüştü. Tokyo’da Yuichi Ishii adında genç bir girişimci bir ajans kurdu ve düğünlere kiralık arkadaş ya da aile üyeleri yolluyor veya benim filmimdeki gibi babası ile hiç tanışmamış bir genç kız için baba rolüne girecek bir dublör kiralıyorlar… Her şeyin sahte olması, her şeyin oyuncular tarafından yapılması, her şeyin bir yalan olması, her şeyin bir gösteri olması ve yine de yaşatılan hislerin gerçekliğinin hâlâ mevcut oluşu… ve bu hisler o kadar yoğunlar ki.” Herzog konuyu kendisine getirenin filmin yapımcılığını da üstlenen Roc Morin olduğunu söylüyor ve tümü amatör olan oyunculara (Şirket sahibini ve küçük kız için baba kimliğine bürüneni canlandıran Yuichi Ishii bir bakıma kendisini oyunuyor) sadece birkaç cümlenin yazılı olduğu bir senaryonun verildiğini ve sahne kendilerine açıklandıktan sonra doğaçlama ile devam edildiğini belirtiyor. Sahnelerinin pek çoğunun tek çekimle gerçekleştirildiği ve Tokya’daki çekimler için çok küçük bir kamera kulanılması sayesinde yetkililerden izin almadan “gerilla” yönteminin tercih edildiği film ile daha saf bir sinemaya, sinemanın özüne döndüğünü düşünüyor Herzog.
Hikâye babasını hiç tanımayan on iki yaşındaki Mahiro’nun, ona duyduğu özlemi ve yalnızlığını gidermesi için kiralanan bir adam (Ishii Yuichi) ile ilk kez buluşması ile başlıyor. Adam kız için bir baba rolü üstlenecektir ve her ikisinin de gerçek olmadığını bildiği bir durumu yaşayacaklardır. Ishii Yuichi kiraz ağaçlarının çiçeklendiği bir parkta buluşur kız ile ve bir baba on yıldır uzak kaldığı çocuğu ile ilk kez buluştuğunda nasıl davranacaksa öyle davranır. Oynadıkları roller ile ilgili tek kelime edilmez, ilk karşılaşma anından itibaren yaşanacak bir “gerçekliğin” içine girer her ikisi de. Sahte ile gerçek olanın birbirine karıştığı, ya da daha doğru bir ifade ile, özlenenin gerçek olanla değil sahte olanla karşılandığı bir ilişki başlar aralarında. Buradaki rol oynama, sinema sanatı açısından bakarsak, bir kurgu filmde yapılandan çok da farklı değil aslında; seyrettiğimiz bir kurgu filmde gördüklerimizin gerçek olmadığını biliriz ama bu durum ondan etkilenmemize engel olmaz çoğunlukla; çünkü özlenen veya eksikliği hissedilen bir şeylere dokunur mutlaka, sevdiğimiz bir film. Bu ilk buluşma sahnesinin gerçekleştiği parkta “baba ve kızı” samuray gösterisi yapanları da seyrederler; sahte kılıçlarla bir samuray dövüşü ve bir harakiri canlandırılır bu gösteride. Bu da bir rol oynamadır tıpkı filmin hikâyesinin anlattığı gibi.
Kızının düğününe kocası gelemeyeceği için onun yerine geçecek birini arayan kadın, bir falcıya (kâhine) yalnız gitmemek için yanında arkadaşı rolünü üstlenecek birini arayan bir başka kadın ve yıllar önce piyangoda büyük ikramiyeyi kazanan bir diğerinin o mutluluk ânını tekrar yaşama isteği gibi farklı arayışların da karşımıza çıktığı film hemen tüm sahnelerinde oldukça saf bir sinema ile seyircinin yüreğine dokunmayı başarıyor ve insanın yalnızlığı üzerine çok şey söylüyor. Küçük kız ile babasının parkta fotoğraflarını çeken adamın pandomim gösterisi (etkileyici bir süprizi var bu sahnenin), kızın “babası”na “Bana da sarılır mısın?” dediği an, bir tsunami alanına ölen / kaybedilen yakınlarla görüşmek için birisinin koyduğu telefon veya piyango talihlisi kadının kazanma mutluluğunu yeniden yaşadığı sahne gibi pek çok çarpıcı bölümü var filmin. Günümüzün sosyal medya fenomenlerine bir gönderme olarak paparazziler ile çarşıya çıkan, ünlü olmak isteyen kadın bölümünün de dikkat çektiği filmdeki robotlu otel sahnesi de hayli ilginç. Filmin ardından yaptığı konuşmada Herzog’un da değindiği üzere robotları kendi kiralama işinde kullanıp kullanamayacağını düşünür Yuichi Ishii; etrafımızda eksik olanı tamamlama hizmeti veren bir adam için doğru bir düşüncedir bu ve günümüzde teknolojinin geldiği nokta ve robotların hastaneler ve huzurevlerinde yalnız olanlara arkadaş olarak kullanılma denemeleri de desteklemektedir onun bu girişimini.
Kamera kullanımının belgesel gerçekçiliğini sağladığı ve Herzog’un kamerayı kendisi kullanarak ve görüntü yönetmenliğini de üstlenerek karakterlerin ve hikâyenin parçası olduğunu söylediği filme Ernst Reijseger imzalı müzik ince, dokunaklı ve alçak gönüllü havası ile önemli bir katkı sağlamış. “Müşterilerin hayatlarını iyileştirmek için bir illüzyon yaratan” adamın girdiği ilişkilerin hikâyesi bu filmin durduğu yer açısından gerçek ile sahtenin (belgesel ile kurgunun) arasındaki duvarı yıkıyor bir bakıma bu tercihler sayesinde. Kurulan ilişkiler tehlikelidir ve dikkatle yönetilmelidir; Yuichi Ishii’nin dediği gibi “Bu işte sevmeye ve sevilmeye izin yoktur” ve gittikçe kendisine bağlanan kızın annesine söylediği gibi (“Böyle devam edemeyiz; sence de ben ölsem, daha iyi olmaz mı? Bu sefer bir ölü kiralaman gerekecek”) hizmet bir yerde sona ermek durumundadır.
Filmin ardından Daniel Kasman ile yaptığı online söyleşide”Gerçek nedir, yalan nedir”in insan varoluşunun en önemli sorusu olduğunu söyleyen ve “Kendimize hayatımızın ne kadarı rol” diye sormamızı öneren Herzog bir de ilginç bir anekdotu paylaşıyor: Japon TV kanallarından biri Yuichi Ishii’nin “Aile Saadeti” hizmeti ile hazırladığı bir program için görüşmek üzere müşterilerinden birinin ismini istemiş kendisinden. Ishii ise onları kendi çalışanlarından birine yollamış ve gerçek ortaya çıkınca da şöyle demiş: “Gerçek bir müşteri ile görüşseydiniz, yalnızlığından utanır ve size gerçeğin ancak yarısını söylerdi. Benim sizi gönderdiğim kişi ise bu işi 200 defa yapan biri ve onunla gerçeğin daha fazlasına erişebilirsiniz”. Varoluşsal yalnızlığın artacağını öngören, başta cep telefonu olmak üzere, artan iletişim araçlarının ve imkânlarının iletişimi çoğaltırken varoluşsal yalnızlığı da artıracağını öne süren Herzog çok doğru ve etkileyici bir kapanış yazmış film için. Yuichi Ishii kendi evinin kapısına gelir ama içeri girmeye cesaret edemez; çünkü gerçeklik konusunda kuşkuları vardır artık.
Ishii’nin kendisi üzerinden düşünürsek, “canlandırmanın canlandırması” ifadesi ile tanımlayabileceğimiz filmin yönetmeni Herzog, Kasman ile konuşmasında çok okumayı ve uzun yürüyüşleri (yürüyerek seyahat etmeyi) öneriyor ve okumayı film izlemenin önüne geçiriyor. Ishii’nin sadeliği ve gerçekliği ile göz dolduran performanının önemli kozlarından biri olduğu bu Herzog çalışması ise bize filmlerin de -doğru filmler olduğu sürece- okumak kadar önemli olabileceğini hatırlatıyor. Farklı ve çarpıcı bir modern sinema örneği.