“Çünkü kaybedersek, bir grevden daha fazlasını kaybedeceğiz. Sendikayı kaybedeceğiz. İşçiler bunun farkında. Kazanırsak, birkaç talepten daha fazlasını kazanacağız. Daha büyük bir şeyi kazanacağız: Umudu. Çocuklarımızın umudunu”
New Mexico’daki bir madendeki kötü çalışma koşulları ve beyazlarla aynı ücretleri alamamaları nedeni ile grev yapan Meksika kökenli işçilerin ve ailelerinin hikâyesi.
1950 yılında gerçekleşen ve on beş ay süren gerçek bir grevi anlatan filmin senaryosunu Michael Wilson yazmış, yönetmenliği ise Herbert J. Biberman üstlenmiş. Yapımcılığına o grevi düzenleyen sendikanın katkı sağladığı film Amerikan sinemasında görülmedik ölçüde net bir sol duruş sergileyen ve yaratıcılarının hemen tümünün solcu / komünist suçlamaları ile Hollywood’un dışına atıldığı bir çalışma. Birkaç profesyonel oyuncu dışında tamamen amatör oyuncularla çekilen film sömürüye karşı çıkan madencilerin hikâyesini anlatırken, “evde eşitliğe inanmayanların işte de eşitliği elde edemeyeceği”ni söyleyerek erkek egemen bir düzene karşı sert ve açık bir eleştiri getirmekten geri durmuyor. Arada bir parça didaktik bir havaya bürünse de; çekim koşulları, yaratıcılarının politik tutumları nedeni ile yaşadıkları sıkıntılar ve sinemaya gerçek insanların gerçek öykülerini taşıması ile önemli bir yapıt bu.
ABD Kongresi’ndeki HUAC adlı komitenin (Amerikan Karşıtı Faaliyetleri Araştırma Komitesi) eğlence sektöründe çıktığı solcu avının sonuçlarından biri “Hollywood Ten” olarak isimlendirilen on sinemacının Komünist Parti ile ilişkileri üzerine soruları komitede cevaplamayı reddetmeleri ve bu yüzden de kara listeye alınarak Hollywood’da çalışmalarının imkânsız kılınması olmuştu. Bu filmin yönetmeni olan Herbert J. Biberman işte bu on isimden biriydi ve listeye alındıktan sonra sadece iki film daha çekebildi tüm kariyeri boyunca. 1950’de Amerikan Yönetmenler Birliği’nden çıkartılan sinemacı ölümünden tam 26 yıl sonra tekrar üyeliğe alınmıştı. Oyuncu olan eşi Gale Sondergaard da onunla aynı akıbete uğramış ve yaklaşık 20 yıl boyunca hiçbir filmde rol alamamıştı. “Salt of the Earth” filmine katkı sağlayan başka isimler de aynı cadı avının kurbanları arasında yer alıyor: Senaryoyu yazan Michael Wilson kara listenin bir başka kurbanı olarak uzun yıllar boyunca takma isimlerle ve düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalırken, yapımcı Paul Jarrico ABD’de çalışamadığı için Avrupa’ya göç etmiş. Filmin müziklerini hazırlayan Sol Kaplan ve iki profesyonel oyuncusu (Will Geer ve David Bauer) iş bulmakta ciddi problem yaşamışlar ve hikâyenin kahramanlarından biri olan madenci eşi Esperenza’yı oynayan Meksikalı oyuncu Rosaura Revueltas çekimler sırasında “pasaport kanununu ihlal etmek”le suçlanarak sınır dışı edilmiş ABD tarafından. Son bir not olarak, bu komünist avı döneminde kara listeye alınan tek sinema eserinin bu film olduğunu da ekleyelim.
Karl Francis’in 2000 yapımı “One of the Hollywood Ten” adlı kurgu filmi Herbert J. Biberman’ı ve onun “Salt of The Earth” filmini çekerken yaşadıklarını anlatır. Gerçekten de hayli ilginç ve zorlu geçen bir çekim süreci olmuş filmin: Bir kongre üyesi filmin “Rusya için yeni bir silah” olduğunu ve ülkede ırkçı nefreti körüklemeyi hedeflediğini ileri sürmüş; çeteler seti basarak oyunculara ve teknik ekibe saldırmışlar, hatta bir oyuncunun evini yakmışlar ve bir arabayı kurşunlamışlar; Revueltas sınır dışı edilmiş ve bazı sahnelerde yerine başkası oynamış bu yüzden; filmin negatiflerini işleyecek laboratuvar bulunamamış; kurgusu gizli saklı gerçekleştirilmiş; ilk kurgucu Barton Hayes’in FBI’a para karşılığı bilgi verdiği ortaya çıkmış; biri dışında tüm gazeteler filmin reklamını basmayı reddetmiş ve hatta Sinema Makinistleri Sendikası’nın üyeleri filmin gösteriminde çalışmayı kabul etmemişler. Tüm bunlar ülkeyi bir “komünist istila”dan korumak için elbette ve bugün ilk bakışta tuhaf gelse de bu, ABD’de pek de bir şeyin değişmediğini, örneğin Obama’nın ve Biden’ın yoksullar yararına herhangi bir kararının bile “ülkeyi komünizme götürmek” hedefi taşıdığına inanan önemli sayıda insan olduğunu hatırlamak gerekiyor.
Esperenza adındaki kadının anlatıcı sesi ve onun bir madenci eşi olarak günlük hayatından görüntülerle açılıyor film. Uzun bir giriş yapıyor kadın ve “Büyük büyükbabam beyazlar gelmeden önce bu kuru diyarlarda sığır güdermiş” ifadesi ile tanımladığı köyün adının eskiden San Marcos olduğunu, beyazların bu adı “Zinc Town”a çevirdiğini söylüyor ve devam ediyor: “Madenin üzerinde durduğu arsanın sahibi eşimin öz dedesiydi. Artık arazinin sahibi şirket”. Üçüncü çocuğuna hamiledir kadın ve içinde bulunduğu yoksulluk ve kötü yaşam koşulları nedeni ile Tanrı’dan çocuğunun doğmasına izin vermemesini dilemektedir. Eşi Ramon madendeki çalışma koşullarından (aynı işi yapan diğer madenlerdeki beyazlara göre düşük ücret almaktan ve şirketin üretim baskısı nedeni ile güvenlik tedbirlerinin göz ardı edilmesi) şikâyetçidir bütün çalışma arkadaşları gibi. Ramon ve arkadaşlarının başlattıkları grev mücadelesinde kadınların yeri yoktur adama göre ve eşi sadece ev ve çocuklarla ilgilenmekle sorumludur. Esperenza’nın, beyaz madencilerin evlerinde olduğu gibi kendi evlerinde de sıcak su tesisatı kurulmasının şirkete iletilmesi gereken talepler arasına eklenmesi isteğini hiç öncelikli bulmaz bu yüzden Ramon. İşte film bu nedenle iki ayrı kavgayı birlikte alıyor hikâyesine ve çok da doğru bir seçim yapıyor; eşitlik ve hak talebinin hayatın tüm alanlarını kapsaması gerektiğini, bir alanda eksik olan özgürlüğün diğer alanlardakini de anlamsız kılacağını ana temalarından biri yapıyor Michael Wilson’ın senaryosu. Anlatılanın gerçek bir hikâye olması ise bu tercihi daha da güçlü kılıyor.
Stanley Meredith ve Leonard Stark’ın siyah beyaz görüntüleri hikâyenin içeriğine uygun bir gerçekçilik duygusu taşırken, çerçevelemeler ve çekim açıları kalabalıkların dayanışma, direnme ve birlikte hareket etmesinin güzelliğini vurgulayacak bir şekilde belirlenmiş. Sovyet sinemacıların veya daha genel olarak söylersek, bu sinemanın etkisi altında kalan sol sinemacıların filmlerinde sıkça gördüğümüz şekilde halk kalabalıkları, onların gücünü vurgulayan alttan çekimler ve yakın plan yüzler hikâye boyunca hep karşımızda oluyorlar. Bunun dışında genellikle sade bir sinema dili var filmin ve teknik oyunları hikâyesinin önüne geçirmiyor hiç. Sol Kaplan’ın müzikleri de dramatik gösterişleri ve “direnişin marşı” havaları ile hikâyeyi doğru bir şekilde destekliyorlar.
Resmî gücün (burada şerif ve adamları ile adalet sisteminin) sermayenin yanında olması, işçilerin sınıf mücadelesini etnik ayrımla (beyazlar ve Meksikalılar) bölme oyunları ve sermayenin medyasını da yanına alarak greve saldırması gibi günümüz dünyasında da geçerli olan düzen problemlerini karşımıza getiren film, “İki türlü kölelik vardır: Ücretli kölelik ve ev içindeki kölelik” söylemi ile hikâyesinde kadınların haklarını ve erkeklerle eşitlik mücadelesini savunuyor eseri zenginleştiren bir şekilde ve politik duruşuna uygun olarak. Böylece feminist söylemini politik söylemi ile ayrılmaz bir şekilde bir araya getiriyor film. “Değişimler acı ile gelir”i vurgulamayı ihmal etmeyen, Biberman ve Wilson’ın “emekçiler tarafından emek için çekilen ilk Amerikan filmi” olarak tanımladıkları film, kadın haklarından azınlıklara hep doğru tarafta yer tutan ilginç bir çalışma. İtalyan Yeni Gerçekçiliği’ni hatırlatan tercihleri ile ilgiyi hak eden bu film zaman zaman bir parça didaktik olmaktan kurtulamasa da ve kötü karakterleri bir parça klişe olsa da, dürüstlüğü ve güçlü inancı ile bu sıkıntısını unutturuyor.
2000’de David Bishop’ın müzikleri ve Carlos Morton’un librettosu ile operaya da uyarlanan filmin yapım serüvenlerini anlatan birbelgesel de (Barbara Moss ve Stephen Mack’in 1982 tarihli “A Crime to Fit the Punishment“) çekilmiş. Başrol oyuncularından Rosaura Revueltas bir “militan film karakteri”nin abartısız da oynanabileceğinin sağlam bir kanıtı olurken, gerçek hayatta bir sendika lideri olan Juan Chacón da hiç aksamayan bir gerçekçilik yakalıyor; böylece her iki oyuncu da karakterlerinin bilinçsel dönüşümünü inandırıcı kılıyorlar ki bir politik filmin başarısı ve saygınlığı için çok önemli bir unsur bu.