Frenzy – Alfred Hitchcock (1972)

“Yemin ederim, doğru söylüyorum. Sana cinsel sapık bir katil gibi görünüyor muyum? Beni sinsice ve gizli bir şekilde Londra’da dolaşıp, kadınları kravatla boğarken hayal edebiliyor musun? Saçmalık bu… zaten sadece iki kravatım var”

Londra sokaklarında tecavüz ettiği kadınları kravatla boğarak öldüren bir seri katil olduğu düşünülen masum bir adamın hikâyesi.

İngiliz romancı, senarist ve gazeteci Arthur La Bern’in 1966 tarihli “Goodbye Piccadilly, Farewell Leicester Square” adlı romanından uyarlanan senaryosunu Anthony Shaffer’ın yazdığı, yönetmenliğini Alfred Hitchcock’un yaptığı bir Birleşik Krallık yapımı. Usta sinemacının son sinema filmi olan çalışma yönetmenin daha önce de ele aldığı, herkesin suçlu olduğunu düşündüğü masum bir adam temasını işleyen ve onun klasik döneminin başyapıtları kadar olmasa da kesinlikle başarılı ve ilgiyi hak eden bir yapıt. Gerek cinayet sahnelerinin doğrudanlığı, gerekse Hitchcock filmlerinde daha önce görülmemiş bir çıplaklık (kesinlikle çok masum bu sahneler) içermesi ile farklı bir konumda duran yapıt, hafif mizahî yaklaşımı, yönetmenin sinema gözünün ustalığını yansıttığı -belki yeterli sayıda olmayan- sahneleri ve su gibi akıp giden hikâyesi ve anlatımı ile de önem taşıyor. Büyük ustanın beyazperdeye vedası olarak görebileceğimiz film, henüz görmemiş tüm sinemaseverlerin izleme listesinde kesinlikle yer almalı.

1956 tarihli “The Man Who Knew Too Much” (Tehlikeli Adam) filminin bazı iç ve dış çekimlerinden sonra yönetmenin İngiltere’ye ilk kez geri döndüğü bu çalışma onun aynı zamanda son sinema filmi de olmuştu. Son dönemlerinde eskisi kadar parlak yapıtlar üretmekte zorlanan Hitchcock’un bu “veda eseri” suç filmleri meraklılarını kesinlikle tatmin edecek bir düzey tutturmayı başararak sinemacının kariyerine hak ettiği bir kapanış sağlamıştı. Helikopterle yapılan çekimle, Thames nehri üzerindeki Londra Köprüsü’ne jenerik boyunca yaklaşan kamera daha sonra köprünün altından geçerek, nehir kıyısındaki küçük bir kalabalığa götürüyor bizi. Yapılacak çalışmalarla nehrin eski, temiz günlerine kavuşacağını müjdeleyen bir politikacı, onu dinleyen halkı ve gazetecileri görüyoruz. 1927 tarihli “The Lodger”dan başlayarak toplam kırk filminde çok kısa olarak görünme geleneği olan Hitchcock burada da o kalabalığın içinde çıkıyor karşımıza ve konuşan politikacıyı alkışlamayan tek kişi olarak dikkat çekiyor. Hemen sonrasında ve yönetmenin sinemasını bilenler için şaşırtıcı olmayacak bir şekilde, kalabalığın dikkatini nehirdeki kadın cesedi çekiyor. Nehirde “artık yabancı madde olmayacak” diyen politikacıyı yalanlayan bu yabancı madde çıplak bir kadına aittir ve boynunda da onu öldürmek için kullanılan bir kravat bulunmaktadır. “Bir kravat cinayeti daha” sesi yükselir kalabalıktan; çünkü bir süredir Londra’da birisi kadınlara önce tecavüz edip, sonra onları kravatla boğarak öldürmektedir. Ardından hikâye bizi eylemleri, sözleri ve ilişkileri nedeni ile baş şüpheli olan Richard Blaney karakteri ile tanıştırıyor ve onun neden herkesin gözünde seri katil olarak görüldüğünü gösteren sahnelerle devam ediyor.

Senaryo, Blaney karakterinin yaptıkları ve söyledikleri ile neden baş kuşkulu olduğunu gösteren sahneleri eğlenceli ve akıllıca kurmuş ve her birinden sonra onun için kendinizi üzgün hissedecek ve onu uyarma arzusu duymanızı sağlayacak bir güç taşıyor. Hava Kuvvetleri’nden ayrılmış bir binbaşı olan Richard’ın (romandaki travmaları ne yazık ki buraya taşın(a)mamış ve bir parça boşta kalıyor onun “loser” hâli) tüm şüphe yaratan hareketleri bir yandan da seyirciyi eğlendirebiliyor. Bu sahneler klasik anlamı ile komik olmaya soyunmuyor, bunun yerine adamın talihsizliği üzerinden kendinizi suçlu hissedebileceğiniz bir eğlenceyi yaratıyor ustalıkla. Film bunun yanında, romanda olmayan başka unsurlarla daha doğrudan bir mizah da yaratıyor yine aynı beceri ile. Örneğin Richard’ın peşine düşen dedektifin modern yemekler yapma sevdalısı olan eşinin elinde çektiği “acı” ve bu acıya tanık olduğumuz diyaloglar kesinlikle çok iyi yazılmış ve genellikle adamın ilgilendiği dava ile ilgili olan diyalogların tüm ciddi havası sahnelerin mizahı ile hayli çekici bir zıtlık yaratmış.

Film gerçek katilin kim olduğu üzerinden değil, masum adamın başına gelenler üzerinden yaratıyor keyifli ve gerilimli anlarını ve istediği başarıyı da yakalıyor her ikisinde de. İşlenme ânına tanık olduğumuz ilk cinayet sahnesinin de bir örneği olduğu gibi, -kişisel ölçülerine göre- sert ve doğrudan bir anlatım benimsemiş Hitchcock bu filmde. “Psycho” (Sapık) filmindeki duş sahnesini bu kategoride değerlendirmemizin pek de doğru olmayacağını düşünerek, yönetmenin çıplaklık açısından da kendisini çok daha rahat hissettiğini söyleyebiliriz kesinlikle. Evet, oldukça edepli ve kısa bu görüntüler (ve “Eczaneden bir şey ister miydiniz?” gibi diyaloglar) ama yine de yönetmen için bir ilk (ve son) olduğu açık. Aslında yönetmenin tüm filmografisine baktığımızda, onun cinselliği hemen hep odak noktasında tuttuğunu söylemek mümkün. Bir röportajında “Sinemada seks konusuna yaklaştığımda, burada da gerilimin hâkim olmasına önem veririm. Cinselik çok açık, çok bağırgan olursa gerilim kalmaz” demiş yönetmen ve filmlerine aşina olanların da onaylayacağı gibi hep bu doğrultuda eğilmiş cinselliğe, özellikle de “sarışın ve soğuk” kadın karakterlere yer verdiği hikâyelerde. Burada da sarışın kadınlar var ve bu karakterler genellikle kurban olurken, cinsel açıdan pek de soğuk değiller; yönetmenin daha önceki filmlerinin aksine burada “soğuk”luk sarışın olmayanlara atfedilen bir özellik olmuş görünüyor ilginç bir şekilde.

Hitchcock’un yönetmen olarak ustalığını gösteren farklı örnekler var filmde. Bunların birinde, kamera bir cinayetten sonra kurbanın dairesinden yola çıkarak merdivenlerden aşağı kayıyor, binanın kapısından dışarı çıkıyor ve sokağa ulaşırken dairenin birinci kattaki penceresini göstererek duruyor. Sokak sakinlerin cinayetten habersizliğini vurgulayan bu sessiz ve yumuşak çekim hayli etkileyici. Eğlencesi de öne çıkan bir diğer örnekte ise, katil bir kamyonun arkasında ve patates çuvallarının arasında kurbanın cesedi ile mücadele etmek zorunda kalıyor. Aslında sert bir içeriği hayli eğlenceli kılan bu bölüm sadece filmin en parlak anlarından biri olmakla kalmıyor, ayrıca filmin gerilim ve ironi dolu içeriğinin de iyi bir özeti oluyor bir bakıma.

Katil rolündeki Barry Foster’ın kendisini kadronun tüm geri kalanından ayırt edici olan fiziksel görünüşünden yararlanarak karakterini hikâyenin genel havasına uygun bir “renkli sapıklık”la canlandırdığı filmde masum kahramanımızı oynayan Jon Finch, başı eşinin modern Fransız yemek merakı ile dertte olan dedektif rolündeki Alec McCowen ve onun eşini canlandıran Vivien Merchant da başarılı performansları ile dikkat çekiyorlar. Ron Goodwin’in Altın Küre Ödülü’ne de aday olan ilginç ve vurgulu müziğinin önemli bir katkı sağladığı film, klasik sinemanın izlerini taşısa da Hitchcock’un filmografisi içinde modern bir sinemaya daha yakın duran; kitlelere kaliteli eğlencelik sunan bu usta sinemacının eğlendirmeyi ve gerilim yaratmayı yine ve kendisine yakışan bir düzeyde başardığı ve mizah ile sertliği gerektiği bir şekilde uyumlu kılabilen bir çalışma. Yönetmenin son filmi olarak da görülmesi gerekli bir sinema yapıtı bu.

(“Cinnet”)

(Visited 252 times, 5 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir