“Seninle bir sırrımı paylaşabilir miyim? Kimseye söylemek yok ama. Korkuyorum… korkuyorum”
Çöldeki küçük bir kasabada yaşayan, yalnız ve çok yaşlı bir adam olan huysuz ve bağımsız ruhlu Lucky’nin hikâyesi.
Orijinal senaryosunu Logan Sparks ve Drago Sumonja’nın yazdığı, oyuncu John Carroll Lynch’in yönetmenlik koltuğuna ilk kez oturduğu bir ABD yapımı. On sekiz gün gibi kısa bir sürede ve düşük bir bütçe ile çekilen film usta oyuncu Harry Dean Stanton’ın son çalışması olmuş ve aktör film vizyona girmeden sadece 2 hafta önce ve 91 yaşında hayatını kaybetmişti. Yaşına göre hayli sağlıklı olan Lucky’nin kendisine ölümü hatırlatan bazı olaylardan sonra bu soğuk gerçekle yüz yüze gelmesini sakin ve doğal bir anlatımla karşımıza getiren yapıt Stanton’a yazılmış bir aşk mektubu olarak da değerlendirilmesi gereken bir film. Amerikan bağımsız sinemasının Hollywood usulü zorlamalardan uzak, sıradan insanların gerçekçi hikâyelerini sevenlerin özellikle hoşlanacağı zarif bir film.
Usta bir oyuncuydu Harry Dean Stanton ama Wim Wenders’in 1984 tarihli “Paris, Texas” filminden sonra ancak işte bu son filminde bir başrol üstlenebildi. Pek çok önemli filmde rol aldı ama bir “karakter oyuncusu” olarak anılmaktan rahatsızlığını dile getirse de sinema ona büyük başrollerde yer alma fırsatı vermedi genellikle. 91 yaşındaki bir karakteri canlandırıyor oyuncu burada ve kendi hayatından bazı unsurları da taşıdığı karakterinde sade bir oyuculukla parlıyor kelimenin tam anlamı ile. Stanton da Lucky gibi İkinci Dünya Savaşı’nda Okinawa Muharebesi sırasında bir tank çıkarma gemisinde aşçı olarak çalışmış ve o da Kentucky doğumlu. Başka benzerlikler var mıdır bilmiyorum ama oyuncu burada adeta hayatı kamera tarafından takip edilen gerçek bir insanı getirirken karşımıza, John Carroll Lynch’in gerçekçi yönetmenliğinin de katkısı ile sanki kendi hayatının son günlerine tanık olmamızı sağlıyor. Hiç evlenmemiş (Stanton da öyle!) ve çocuğu olmayan, günlerini hep aynı rutin ile geçiren, yaşıtlarının tümü çoktan ölmüş ve “Yalnızlık ile yalnız olmak aynı şey değildir” düsturu ile yaşayan yaşlı bir adam Lucky. Doktorunu şaşırtacak şekilde hâlâ günde 1 paket sigara içmesine rağmen sağlığında ciddi bir sorun da yoktur ama kısa bir rahatsızlık ânı ona kaçınılmaz gerçeği hatırlatacaktır doktorun ağzından: “Yaşlısın ve daha da yaşlanıyorsun… Vücut bir noktada iflas edecektir. Bildiğim kadarı ile hiç kimse sonsuza kadar yaşamaz. Hepimizin başına gelecek bu…”. Bu noktadan sonra Lucky kaçınılmaz sona kendisinin de ilerlediğini fark edecek ve bu gerçekle yüzleşecektir. Film bu aydınlanma anından sonra ve finale doğru olan bir sahnede onun her günkü rutin hayatının mekânlarını (evi, her gün yürüdüğü sokaklar vs.) bu kez onun fiziksel varlığı olmadan göstererek ve oldukça zarif bir şekilde bize de söyleyecektir bunu.
Açılışta sessiz bir çöl görüyoruz; kaktüsleri ve dağları ile üneşli bir gün. Sonra bir kaplumbağa beliriyor ve çok yavaş hareketlerle görüntünün dışına çıkıyor. Roosevelt adındaki bu kaplumbağanın hızı seyredeceğimiz hikâyenin temposuna da işaret ediyor bir bakıma. Buradan yaşlı bir erkeğin evindeki görüntüsüne geçiyor film. Sonradan her sabah birebir tekrarlandığını anlayacağımız rutinine tanık oluyoruz onun: Yakılan bir sigara, mariachi türünden şarkılar çalan bir radyonun açılması, vücut temizliği, yoga hareketleri, buzdolabındaki tek nesne olan süt kutusudan içilen süt ve elde bir bulmaca kitabı ile gidilen bir cafe… Lucky’nin her günü aynıdır; kendisini tanıyan cafe çalışanları ve akşam gidilen bardakilerle kısa sohbetler, televizyonda seyredilen bir yarışma programı… Sanki ezelî ve ebedî bir hayattır Lucky’nin yaşadığı ve kameranın sergilemekten çekinmediği yaşlı beden de sanki hep o biçime sahip olmuştur tüm hayatı boyunca. Ne var ki kahvesi için suyunun hazır olmasını beklediği ısıtıcının önünde aniden bayılır Lucky ve hayatının düşündüğünün aksine, daha doğrusu hiç düşünmeden kabul ettiğinin aksine, sonsuz olmadığını anlayacaktır yaşlı ve bir parça huysuz bu adam.
Film bir hikâye anlatmıyor; gördüğümüz sadece yaşlı bir adamın rutin günleri ve bu rutinliğin kırıldığı noktadan sonra yaşananlar. Mariachi türünden şarkıların (“Con El Tiempo Y Un Ganchito” – Pedro Infante, “Arboles de la Barranca” – Mariachi Los Camperos vs.) yanında, ne yapsa güzel yapan müzisyenlerden Johnny Cash’ten “I See A Darkness”ın da aralarında olduğu parçalardan zarif ve ustaca yararlanan film sonuçta ölüm ya da ölümlülük üzerine olduğunu söyleyebileceğimiz bir hikâye anlatıyor ve bu açıdan pek çok sinemasever için çok da cazip olmayabilir temposunun da katkısı ile. Stanton’a eşlik eden kadronun (yakın arkadaşı olan ünlü sinemacı David Lynch, Tom Skeritt, Ron Livingston, James Darren, Ed Begley Jr., Beth Grant’in de dahil olduğu ilginç ve tecrübeli bir kadro var filmde) aynı derecede sakin ve yalın performansları, aksiyon bekleyenleri hayal kırıklığına da uğratabilir ama hayatın kendisinde ne varsa sadece onu göstermeyi hedefleyen ve bunu da sahicilik duygusunu hiç yitirmeden anlatan bir yapıt olarak hayli zengin bir çalışma bu. Stanton’ın “Volver, Volver” adlı Vicente Fernández klasiğini bir çocuğun doğum gününde söylediği sahnenin hüzünlü keyfinden etkilenmemek mümkün değil örneğin. Herhalde David Lynch’in görselliğine ilginç bir gönderme olması için çekilmiş pembe floresan ışıklı ve gizemli rüya sahnesi, Roosevelt adındaki kaplumbağa ile ilgili tüm konuşmalar ve tartışmalar ve “Her şeyin kaybolup, geriye sadece hiçliğin kalacağı” gibi diyalogları gibi bölümleri ile de seyirciyi kendine çekebilecek bir yapıt bu.
Stanton’ın tüm sahnelerinde ve hemen her karesinde görünerek sanatına ve seyircisine hak ettiği vedayı etmesine fırsat tanıyan film savaşta muharip birliklerle çarpışmak yerine aşçılık yaptığı için “şanslı” lakabı üzerine yapışan adamın hikâyesini -özellikle ikinci yarısında- onun ölümle ilgili duyguları üzerinden anlatıyor. Bunu yaparken de dostluk (Lynch ile olan sahnelerinde gerçek hayatta da dost olan iki oyuncu arasındaki sıcaklığı hissetmemek mümkün değil) ve geçmiş (Lucky’nin telefonda bir arkadaşına anlattığı ve bir alaycı kuşu korkutmak için açtığı ateşle tüm dünyayı kaplayan “yıkıcı sessizlik” anısı sanki Stanton’ın kendi başından geçmiş kadar sahici bir şekilde dökülüyor oyuncunun ağzından) kavramları da hak ettikleri güçle ve Wenders’in başyapıtlarından “Paris, Texas”a göndermelerle anlatılıyor. Alçak gönüllü bir yapıta imza atan; zerafeti hiç ihmal etmeden ve seyrettiğimizin kendisinin değil, Stanton’ın filmi olduğunu hiç çekinmeden dile getirecek bir şekilde kendisini geri çeken sade yönetmenliği ile John Carroll Lynch’in takdiri hak ettiği bu film kesinlikle görülmeli. Belki zaman zaman gereğinden fazla “küçük” görünebilir hikâyesi ama kendi hayatlarımız da öyle değil mi? Sonuçta geriye koca bir hiçlik bırakacak küçük yaşamlar…