“Olur şey değil, aynaya bakıyor gibiyim!”
Balkanlarda Türk halkına zulmeden ve Osmanlı ordusuna büyük zaiyat veren Bulgar komitacılarına karşı mücadele eden Bulgar Sadık’ın hikâyesi.
Senaryosunu Murat Sertoğlu’nun aynı adlı eserinden uyarlayarak (Lütfi Akad’ın “Konusunu romandan almadı, hikayeyi kendi yazdı, oldukça başka bir hikaye yazdı.” dediği) Osman Seden’in yazdığı, yönetmenliğini Lütfi Akad’ın yaptığı bir Türkiye yapımı. Akad’ın “Işıkla Karanlık Arasında” adlı otobiyografisinde hakkında çok kısaca bahsetmesinin de gösterdiği gibi, pek de önemsemediği yapıtı sinemamızın 1940, 50 ve 60’lı yıllarda farklı örneklerini verdiği tarih hikâyeleri (Kurtuluş Savaşı, Osmanlı dönemi kahramanlık hikâyeleri vs.) arasında yine de ve elbette özellikle Akad’ın sinema duygusu sayesinde ayrı bir yerde duruyor. Kriton İlyadis’in görüntü çalışması, Türk ordusunun sağladığı katkıların da desteği ile ulaşılan görsel seviye, kaba milliyetçilikten Yeşilçam’ın o dönemdeki ortalamasına göre fazla nasibini almamış olması ve hikâyenin seyre değer bir kurguya sahip olması ile ilgiyi hak eden bir Yeşilçam örneği bu. Elbette çeşitli mantık hataları ve bazı karikatür tiplemelerden muaf değil film ama bu sorunlar yine de filmi görmeye engel olmamalı.
Popüler tarih romanları ve gazetelerde yayımlanan pehlivan tefrikaları ile tanınan, bir yazar olarak çok üretmesi ile de bilinen ve bu becerisi yüzünden bir zamanlar Türkiye medyasının kalbi olan Bâbıâlî’de “Rotatif Murat” olarak çağrılan Sertoğlu’nun her zamanki gibi kendi hayal gücünü de epey işin içine kattığı bir eserden yola çıkılmış. Akad otobiyografisinde Osman Seden’in senaryoyu Murat Sertoğlu’nun romanından uyarladığını yazıyor; film Ekim 1954’te vizyona girmiş, romanın ilk baskısı ise birden fazla kaynağa göre 1966’da yapılmış. Bu durumun muhtemel açıklaması, romanın önce tefrika olarak bir gazetede yayımlanmış olması olabilir. Akad otobiyografisinde filmin Esat Mahmut Karakurt’un aynı adlı romanından uyarlanan “Vahşi Bir Kız Sevdim” ile “ortak çevre ve malzeme yönetimi” kullanılarak peş peşe çekildiğini ve “her iki filmde de Balkan Savaşları sıralarında Bulgar çeteleriyle olan birtakım çatışmalar, aşk, heyecan ve konu gereği yeteri kadar milliyetçilik” olduğunu yazmış ve şöyle devam etmiş: “Bu çalışmalar için gerçekte söylenecek bir şey yok”. “Bulgar Sadık” ile yazdıkları bununla sınırlı sinemacının ve herhalde onun bu filmi hiç önemsemediğinin bu cümleden daha iyi bir delili olamaz. Gazeteci Burhan Arpad’ın filmin gösteriminden çıkan seyircilerin “film gibi film” dediğini duyduğunu kendisine aktaran Akad bu beğeniden, “Bu anlatım, yaptığım işin açık seçik, içerikten yoksun salt bir biçim çalışması olduğunu açıklıyor. Evet, bize (Yeşilçam’ı kastediyor) göre oldukça kusursuz, gelişmiş bir biçim ama sinema yapmaktan amacım bu muydu? Daha doğrusu bu mu olmalıydı?… sinema bir gösteriden çok bir anlatı olmalıydı.” sözlerinin açıkça belirttiği gibi hiç de mutlu değildir.
Evet, kuşkusuz “kusursuz” değil ama işini hayli iyi gören bir biçimsel başarısı var bu siyah-beyaz filmin. Görüntülerde imzası olan ve yer aldığı filmlerde hep belli bir özene sahip çalışmaları ile dikkat çeken Kriton İlyadis ile birlikte görsel açıdan sınıfı geçen bir sonuç elde etmiş Akad. Kamera hep doğru yerlerde duruyor ve göstermesi gerekeni, gerektiği kadar gösteriyor bize. Açılıştaki saldırı sahnesinden finaldeki çatışma sahnesine, Turgut İnangiray’ın başarılı kurgusunun da katkısı ile filmde, Yeilçam’ın genellikle pek başaramadığı, başarma derdinin de pek olmadığı aksiyon sahneleri hayli iyi kotarılmış. Akad daha sonra çekeceği parlak filmlerinde ulaşacağı, kendisine has, doğal ve sade sinema dilinden bir parça uzak duruyor burada ama bu uzaklık hikâyenin aksiyon ruhuna uygun düşüyor kesinlikle.
Bir anlatıcı sesin yaptığı ve hikâyenin geçtiği dönemi ve yaşanan koşulları anlatan uzun bir açıklama ile başlıyor film. 1910 yılındayız; “Rumeli alevler içinde yanmakta”, komitacılar Türk halkına karşı “kahpece cürümler” işlemekte ve ordumuz “ufak cüzlere ayrılmış binlerce çete” ile baş etmekte zorlanmaktadır ve bu çeteler yabancı bir devlet tarafından desteklenmektedir. Bu devletin adı ilginç bir şekilde hikâyenin başından sonuna kadar hiçbir şekilde dile getirilmiyor. Bulgaristan Osmanlılardan bağımsızlığını 1908’de ilan ettiğine göre bu ülkeden söz ediliyor olsa gerek ama muhtemelen sansür endişesi (ya da sansürün kendisi) yüzünden ülkenin adı hiç telaffuz edilmiyor ve “hudutları dahilinde çetelerin faaliyet gösterdiği bu yabancı devlet” gibi uzun tanımlamalar kullanılıyor konuşmalarda. Anlatıcı daha sonra “muhacirlerin ağzında menkıbeleri dolaşan bir Türk genci”ne getiriyor sözü ve filmin Balkan Harbi öncesinde “Türkün şecaat (yiğitlik) ve asaletini bütün dünyaya ispat edecek kahramanlara ithaf” edildiğini söylüyor. Bu Türk genci “Bulgar Sadık” adı ile tanınsa da, gerçek adı Mehmet Sadık’tır anlatıcıya göre. Tüm bu anlatıma, öncesindeki açılış jeneriğinde ve sonra da tüm hikâye boyunca eşlik eden yabancı müzik kim bilir nerelerden alınmıştır ama elbette jenerikte bahsi geçmez bu eserin ve sahibinin.
Her ne kadar seyrettiğimiz hikâye büyük ölçüde Murat Sertoğlu’nun ve ondan yola çıkan, filmin yapımcılığını da üstlenen senarist Osman Seden’in hayal gücüne dayalı olsa da, Bulgar Sadık gerçek bir karakter ve başka eserler de yazılmış hakkında. Babası Arnavut, annesi Bulgar olan, gerçek adı ile Stonya Ustiyanov’un hayli ilginç bir yaşam öyküsü var ve hikâyesini kendisi ile birlikte bir süre Teşkilat-ı Mahsusa’da (İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin gizli örgütü) çalışan M. Razi Yalkın’ın (gerçek adı Ali Rıza Yalkın) yayıma hazırladığı anılarını 1944’te “Bulgar Sadık – Yakın Tarihin En Esrarlı Çehresi” adı ile yayımlamış ki Sertoğlu’nun da temel olarak bu kitabı kısaltarak ve kurgulaştırarak kendi kitabına dönüştürdüğü söyleniyor. Rahmi Akbaş da aynı kitabı günümüz diline uyarlayarak yeniden yayımlamış 2023’te. Osman Seden’in senaryosu bu ilginç karakterin geçmişi ile hiç ilgilenmiyor; bunun yerine onun kendisine tek yumurta ikizi kadar benzeyen ve komitacı çetelerin lideri olan bir Bulgar karakter daha yaratıyor ve bir “yerine geçme” öyküsü anlatıyor bize.
Akad “konu gereği yeteri kadar milliyetçilik” derken doğru bir tanımlama yapmış gerçekten; Osmanlı paşasının gayrimüslim tebaaya ne kadar iyi davrandığını gösteren ve hikâyeye özellikle yerleştirilmiş bir sahne veya bazı Bulgar karakterlerin abartılı tasvirleri (örneğin, bir Yeşilçam geleneğine uygun olarak burada da kötü adamlar koca et parçalarını ısrırarak ve mide bulandırıcı bir iştahla yiyorlar, hemen sarhoş olup iğrenç eylemlerde bulunuyorlar ve Türk/müslüman kadınların “namus”una el atıyorlar vs.) gibi rahatsız edici ve Yeşilçam seyircisinin talep ettiği milliyetçiliğin farklı örnekleri var filmde ama “Hay aksi şeytan, Türkler geliyor, kaçalım!” gibi diyaloglara da yansıyan bu milliyetçiliğin dozu Yeşilçam ortalamasının altında kalıyor denebilir. En azından Akad bu sahneleri seyircinin üzerine boca eden bir sinema dili kullanmayarak elinden geleni yapmış filmini aşırı yapay bir milliyetçi havadan uzak tutmak için.
Sakalların takma olduğunun belli olması, kapı kapatılınca şamdandan düşen mum gibi aksilikler veya çok rahatsız edici olmasa da, olan bitende yeri hiç olmayan bir aşkın senaryoya yapay olarak eklenmesi gibi çeşitli problemleri var filmin bekleneceği gibi. Bulgar Sadık’ın bir Türk kadınının namusunu korumak için giriştiği oyunun gerçekçilik problemi, yıkanmak için fıçılara giren adamların bellerini saran peştemalları çıkarmaması ve belki de en önemlisi hem ses hem görüntü olarak birbirine tek yumurta ikizleri gibi benzeyen iki karakterin bu durumuna hiçbir açıklama getirilmemesi gibi başka örnekleri de var bu problemlerin yeterince Yeşilçam filmi seyretmiş olan hiç himseyi şaşırtmayacağı gibi. Finalde Bulgar Sadık’ın adeta bir devam filmini, bir yeni macerayı ima edercesine Filibe’ye yeni bir göreve yollanmasının ise bir karşılığı olmamış sinemamızda.
Bulgar Sadık rolünde Turhan Seyfioğlu’nun ve maceraya birlikte atıldıkları Yüzbaşı Avni’yi canlandıran Mahir Özerdem’in işlerini iyi yaptıkları filmi düşebileceği Yeşilçam tuzaklarından kurtaran kuşkusuz ki Lütfi Akad’ın sinema becerisi olmuş asıl olarak. Üç Türk askerinin önemli bir bilgiyi öğrendikleri andaki sahneyi sessizlik üzerine kotarması ve meseleyi görsel olarak halletmesi gibi küçük örneklerden oyuncu yönetimine ve kalabalık sahnelerin ustaca kotarılmasına Akad farklı örneklerini veriyor sinema duygusunun ve filmi Yeşilçam’ın -olabildiğince- farklı örnekleri arasına yerleştiriyor.
(“Bulgar Sadık – Kaçın Türkler Geliyor”)