Struktura Krysztalu – Krzysztof Zanussi (1969)

“Çayırlarda yürüyüp aziz bir adam, bir stoacı olduğunu düşünebilirsin; kristal ruhunu tasarlayabilirsin. Ama risk almadan, mücadele etmeden gerçeği asla öğrenemezsin… Senin gibi bir adamın böyle bir yaşlı emekli hayatı yaşaması midemi bulandırıyor”

Birlikte fizik okudukları üniversite yıllarından sonra biri büyük şehirde parlak bir kariyer yapan, diğeri kırsal bir bölgede meteorolog olarak çalışan iki arkadaşın, ilkinin diğerini kısa süreli ziyareti sırasında seçimlerini sorgulamalarının hikâyesi.

Edward Zebrowski’nin katkıda bulunduğU senaryosunu yazan Krzysztof Zanussi’nin yönettiği bir Polonya yapımı. Polonya’nın Łódź şehrindeki ünlü sinema okulunda çektiği kısa filmlerle yönetmelik kariyerine başlayan, daha sonra belgeseller ve televizyon filmleri ile yoluna devam eden Zanussi’nin ilk sinema filmi olan yapıt sinema tarihinin parlak “ilk film” örneklerinden biri. Önemli bir kısmı üç karakter arasında geçen hikâye yaşam tercihleri ve arkadaşlık temaları üzerinden ilerleyen bir psikolojik hikâye ve Zanussi’nin özgür havalı ve bir ilk film için şaşırtıcı bir olgunluk içeren sinema dili sayesinde kendisini ilgi ile izletiyor. Polonya’da 1960’larla birlikle yönetmenliğe başlayan genç sinemacıların çektikleri ve önceki kuşağın yapıtlarından biçim ve özellikle de içerik olarak farklılaşan filmleri tanımlamak için kullanılan “Üçüncü Polonya Sineması” ifadesi ile tanımlanan filmlerden biri olan çalışma üzerinden geçen elli beş yıla rağmen tazeliğini ve başarısını hiç yitirmemiş olması ile de önem taşıyor.

İkinci Dünya Savaşı sırasında doğan veya çocuklukları o dönemde geçen Leh sinemacılar yetişkin olarak hayatla ilgili ilk tecrübelerini Stalin sonrası bir Polonya’da yaşadılar ve ülkelerinin sosyalist blok içindeki yeni yaşamını konuşmak yerine; günlük yaşamı, ahlaki seçimleri ve bu seçimlerin sonuçlarını üstlenmeyi anlatan hikâyeler çekmeyi tercih ettiler çoğunlukla. Krzysztof Zanussi de bu isimlerden biriydi ve ilk uzun metrajlı sinema filmi olan bu yapıt, aslında oldukça esnek bir tanım olan “Üçüncü Polonya Sineması”nı niteleyen ifadelere uygun ve onun en parlak örneklerinden birine dönüşen bir çalışma oldu. 1960’ların sonlarında Polonya’daki aydınlardan ikisi olarak görülebilecek iki erkeğin sürdürmeyi seçtikleri hayatlar üzerinden aslında günümüzde de geçerliliğini koruyan bir soruyu dile getiriyor işte bu film: basit ve doğal bir yaşam mı başarılı bir kariyer üzerine kurulu bir büyük şehir yaşamı mı?

Üniversitede birlikte fizik okuyan iki yakın arkadaş Jan (Jan Myslowicz) ve Marek (çok başarılı bir performans gösteren Andrzej Zarnecki). Her ikisi de zeki ve aydın gençlerdir ama sonrasındaki farklı seçimleri ayrmıştır onları. Jan kırsal bölgedeki küçük bir meteoroloji istasyonunun yöneticisi ve tek çalışanı olmuştur, yerel bir okul öğretmeni olan Anna (Barbara Wrzesinska) ile evlenmiştir ve büyükbabası (Władysław Jarema) ile birlikte yaşamaktadırlar. Günleri bu küçük kasabada rutin, basit ve mutlu bir şekilde geçmektedir. Marek ise ABD’de geçen bir dönemi de kapsayan bilimsel çalışmalarına devam etmektedir ve başarılı bir kariyeri ve bunun için mücadele etmeyi yaşamının merkezine yerleştiren hırslı bir kişidir. Otuzlu yaşlarının ikinci yarısında olan bu iki adamdan Marek uzun bir süredir görmediği arkadaşını birkaç günlüğüne ziyarete gider ama bu aslında bir misyon gezisidir; çalıştığı enstitünün yöneticisinin de isteği üzerine, Jan’ı eski hayatına geri dönmeye ikna etmeye çalışacaktır ama arkadaşının haberi yoktur bu plandan.

Zanussi neredeyse tamamen olaysız bir öykü anlatıyor bize; Marek’in gelişi, birlikte geçen birkaç günde onun Jan’ın hayatını gözlemesi, planın ister istemez ortaya çıkması ve alınan “karar”. Filmin en önemli başarısı bu aksiyonsuz öyküyü konuyu hiç uzatmadan (74 dakika filmin süresi), oldukça gerçekçi ve belgesele yakışan bir doğallık ile anlatırken, bizi özellikle iki erkek karaktere onları anlayacak ve sevecek kadar yakınlaştırabilmesi. Marek’in Jan’ın evine gelişi ile birkaç gün sonra dönüşü arasında onları eski günleri anarken, sohbet ederken, karlı bir dağda yürüyüş yaparken, bir çevre gezisinde ve Marek’in Anna’nın okulundaki sunumu sırasında görüyoruz. Bir “yakınlaşma ihtimali” ve Marek’in, arkadaşının yaşamını gözleyerek onu yavaş yavaş planına ikna etmeye çalışması gibi kendiliğinden olup biter gibi görünen küçük unsurlardan yaratılan doğal gerilim filme ilginç bir çekicilik katıyor. Belki konu bir entelektüel tema içeriyor ama Zanussi’nin senaryosu bu temayı gereksiz bir konuşma yoğunluğu ile yükleyerek çıkarmıyor karşımıza. Hatta birkaç kez Marek ile Jan arasındaki entelektüel konuşmanın sesini yavaş yavaş kısıyor Zanussi ve yerine Wojciech Kilar’ın caz esintili ve öykünün atmosferini iyi yakalayan melodilerini koyuyor ve konuşmanın bitiminde bizi iki karakterin sesi ile tekrar buluşturuyor. Bu tercih sohbetin konusunu anlamamıza, dolayısı ile tartışmanın ne üzerine olduğunu idrak etmemize ve öykünün gelişmelerini anlamlandırmamıza ve karakterleri tanımamıza yetiyor; bir o kadar da önemlisi, seyirciyi film için önemli taşımayan sözcükler ve ifadelerle boğmuyor Zanussi. Yönetmenin bu başarısını daha da değerli kılan ise, kendisinin iki ayrı üniversitede önce fizik, sonra da felsefe okumasının filmdeki tüm konuşma konularına hâkimiyetini sağlaması ama onun gereksiz ve yapay bir entelektüel gösteriye girişmemesi.

Görüntü yönetmeni Stefan Matyjaszkiewicz’in kamerası, açılış sahnesinden başlayarak Jan’ın yaşadığı coğrafyanın özelliklerini ve Marek’in onu taşınmaya ikna etmeye çalışacağı büyük şehirinki ile zıtlığını ortaya koyarak önemli bir işlev yükleniyor. İlk sahnede, hayli uzaktan yapılan bir çekimle, sonradan Jan ve eşi Anna olduğunu anlayacağımız iki karakteri adeta ıssızlığın ortasında ve karla kaplı bir alanda üşümemek için hareket ederken görüyoruz. Birden yakın plana geçiyor kamera ve karı kocanın tanık olduğumuz konuşmalarından, birini beklediklerini anlıyoruz. Sonra tekrar uzak çekim ve sessizlik, ardından da yakın plan ve tekrar konuşma. Bu ufak oyun filmin hafif uçarı havasının ve özellikle üçlü sahnelerde kendisini gösteren Fransız Yeni Dalga esintisinin örneklerinden de biri sadece. Marek’in ilk sahnelerde söylediği “Aman tanrım, burası ne kadar sessiz!” sözünü sadece işitsel olarak değil, görsel olarak da doğrulayan bir görüntü çalışması var filmin.

Zanussi, Jan’ın yaşam ortamında ev içindeki ve dışındaki “sessizliği”, öykünün ana meselesini zarif bir şekilde anlatmak için kullanıyor. Beraber yenen ilk yemeğin sonrasındaki sessizlik, Marek’in daha konuşkan havasına karşılık Jan ve Anna’nın doğal sessizlikleri, duvar saatinin tik takları, ısırılan bir elmanın “gürültü”sü ve Marek’in “Bir Çehov oyunu gibi, bir semaverimiz eksik. Sessizlik hâkim ve hiçbir şey olmuyor” yorumu gibi örneklerle film Jan’ın tercihini -sık sık da Marek’in gözlemleri üzerinden- bize de sorgulatıyor. Marek’in Çehov yorumunu Anna’nın “Aslında onun oyunlarında çok şey olur” itirazı ile cevaplaması, hikâyenin merkezindeki iki farklı yaşam şeklinin aslında hayata bakışın farklılığının sonucu olduğunu söylüyor. Jan’ın yerel halkla kaynaşması ve onlarla sohbeti Marek’i şaşırtıyor örneğin (“Yüz ifadeleri pek iyimserlik saçmıyor”) ama arkadaşı “Nasıl baktığına göre değişir” diyerek cevaplıyor bunu. Bu cümlenin arkasından kamera sahnenin geçtiği bardaki halktan görüntüler karşımıza getirirken, Zanussi sanki Jan’ın yanında duruyor gibi görünüyor bu seçim ile. Aynı bağlamda, Marek’in yerel halka okulda yaptığı sunumu da değerlendirmek gerekiyor. Halkın kristaller üzerine olan bu sunumu pek ilgi ile takip etmemesi ilk başta düşünüleceğinin aksine konunun teknik olmasından çok, Marek’in hayata yaklaşımının da uzantısı olan sözleri olsa gerek. Onun bir bilim adamı snobluğu ile söyledikleri (“İnsanlık doğayı alt etti. Yapay pek çok şey doğalından daha güzel artık, elmasta da öyle olacak”) ve bir tartışma sırasında Jan’a dile getirdiği, hayatta etik ilkeleri bazen unutmak gerektiği söylemi (“Sen vurmazsan onlar vuruyorlar”) yine filmin meselesini açan unsurları senaryonun.

Jan ve Marek arasındaki arkadaşlığı ve onların geride bıraktıkları gençliklerindeki ortaklıklarını anlatan birkaç dokunaklı sahnenin yanında belki bir parça fazla doğrudan görünen ama yine de etkileyici bir mezarlık bölümünü de anmakta yarar var. Buradaki mezar taşı yazısının naifliğinden (“Senin gibiydim, sen de böyle olacaksın / Beni hatırla ki başkaları da seni hatırlasın”) çok Jan’ın davranışı asıl, sahneyi değerli kılan. Bu yazıyı okuduğu mezar taşını temizliyor Jan ve Marek’i şaşırtıyor bu eylemi ile: “Neden temizliyorsun ki? Kim olduğunu bile bilmiyorsun”. Zanussi iki arkadaşın yaşamlarının farklılıklarını zaman zaman görsel araçlar kullanarak da gösteriyor; Marek’in ABD fotoğraflarındaki gökdelenler, arabalar ve yatların yapaylığına karşılık Jan’ın günlük hayatındaki doğal nesneleri koyuyor film sık sık. Burada belki en çarpıcı olanı; Marek’in filme adını veren kristal uzmanlığına karşılık, bir sahnede Jan’ın evindeki bal peteğinin gözlerinin kristali çağrıştıran biçimi olsa gerek.

Wojciech Kilar’ın orijinal müziklerini caz parçaları ve klasik müzikle de (Beethoven’dan Op.92 La Majör 7 Numaralı Senfoni) destekleyen yapıtın bazı sahneleri ve diyalogları doğaçlama yolu ile gerçekleştirilmiş ki bunun sağladığı sahiciliği de hissediyorsunuz sık sık. Zanussi’nin kendi ifadesine göre Claude Chabrol’un 1958 yapımı “Le Beau Serge” (Yakışıklı Serge) ve Ivan Passer’in 1965 tarihli (“Intimní Osvětlení“) filmlerinden burjuva yaşamlar ile kırsal yaşamların çatışması (ya da ayrılıkları) temasını alan bu filmin -her ne kadar Jan karakterine bir parça daha yakın durduğunu hissettirse de- mutlak bir doğruyu işaret etmemesi de onu ayrıca değerli kılıyor. Son bir not olarak filmin “geometri” motifi üzerinde de durmakta fayda var: İki erkek Marek’in ABD’den getirdiği dergideki reklamlara bakarken, Jan arabaların tasarımının “geometrik bir karakter” taşıdığını söylüyor. Açılış sahnesindeki uzaktan çekimde Jan ve Anna’nın görüntüdeki diğer birkaç unsurla (atın çektiği kızaklı araba, iki çocuk vs.) birlikte bir yatay çizgi ve final sahnesinde Jan’ın ayak izlerinin bir üçgen oluşturduğuna da dikkat etmekte yarar var. Bunlar yönetmenin geometri takıntısının değil, hayatlarımızın sınırlarını belirleyen çizgileri ama aynı zamanda bu çizgileri kendimizin belirleyebileceğini gösterme çabasının sonucu muhtemelen.

Finalde Marek’i arabasının güneşliğini indirirken, Jan’ı ise teleskopunu güneşe bakmak için ayarlarken görüyoruz. Karakterlerden birinin doğanın hayat veren bir unsurundan sakındığı, diğerinin ise aynı unsura büyülenerek merakla baktığı bu sahnenin sembolik güzelliği için bile görülmesi gereken; düşünen ve düşündüren, sinemada asıl olanın meseleleri olan gerçek karakterler yaratmak olduğunu hatırlatan çok başarılı bir ilk film. Görülmeli.

(“The Structure of Crystal” – “Kristalin Yapısı”)

(Visited 12 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir