“Saldırganlar kafaları kopunca ya da beyinleri dağılınca yok oluyorlar. Tekrarlıyorum: kafaları kopunca ya da beyinleri dağılınca”
Elektronik eşya mağazasında satışçı olarak çalışan ve sevgilisi tarafından terk edilen bir adamın, Londra’da ortaya çıkan bir zombi saldırısına ailesi ve arkadaşları ile birlikte karşı koymasının hikâyesi.
Senaryosunu başrolde de yer alan Simon Pegg’in Edgar Wright ile birlikte yazdığı, yönetmenliğini Wright’ın yaptığı bir Birleşik Krallık, Fransa ve ABD ortak yapımı. Bir zombi komedisi olarak niteleyebileceğimiz yapıt Britanya sinemasından 2000’lerde çıkan en eğlenceli komedilerden biri ve George A. Romero’nun bugüne kadar toplam 6 film çektiği (Wright kendi filmini çekerken bunların henüz üçü çıkmıştı seyircinin karşısına) “Night of the Living Dead” serisinden ve yaratıcısından taşıdığı keyifli esinlenmelerle, hayli eğlenceli bir sinema çalışma. Pegg’in oyunculuğunun eğlencesinin önemli bir parçası olduğu film, arada ufak sarkmalar olsa da; temposu, dinamizmi ve mizahı ile seyircinin ilgisini hep üzerinde tutmayı başarıyor. Canlıların “yaşayan ölüler”den daha çekici ve önemli olduğu; Romero’ya saygısını gösterirken, zombie filmlerinin klişeleri ile dalga geçmeyi de ihmal etmeyen ve sıradan bir adamdan kahraman yaratması ile de önemli olan başarılı bir komedi.
Edgar Wright ve Simon Pegg sıkı iş birliği yapan iki sanatçı. Bu filmle ilgili ilk düşünceleri de 1999 – 2001 arasında İngiliz Channel 4 televizyonunda yayınlanan, Wright’ın yönettiği, Pegg’in ise başrollerden birini canlandırdığı “Spaced” adlı sitcom’un zombi istilasını konu edinen bölümünün çalışmaları sırasında oluşmuş. Başlattıkları çalışmanın sonucu ise “Three Flavours Cornetto” ismi ile anılan üçleme olmuş. 2004 tarihli “Shaun of the Dead”in ilk filmi olduğu üçlemenin adı ilgili filmlerin tümünde Cornetto dondurmaların gönderme yapılmasından geliyor ve üçleme 2007’de çekilen “Hot Fuzz” (Sıkı Aynasızlar) ve 2013’te çekilen “The World’s End” (Dünyanın Sonu) ile tamamlanmış. Pegg ve Wright’ın iş birlikleri, arkadaşlıklarının da sonucu ve ikili gerek “Shaun of the Dead”, gerekse diğer çalışmalarında sıkça arkadaşları ile çalışmayı tercih etmişler. Örneğin filmde Ed karakterini canlandıran Nick Frost ikilinin yakın arkadaşı; “Spaced” adlı sitcom’da Pegg ile başrolü paylaşan Jessica Stevenson burada bir yardımcı karakteri (Yvonne) canlandırırıyor; Pegg’in çok yakın arkadaşı olan, Coldplay grubundan Chris Martin de çok kısa bir sahnede karşımıza çıkıyor. Pegg’in grubun 2010 tarihli şarkısı “Christmas Lights”ın videosunda keman çalan üç Elvis taklitçisinden biri olarak rol aldığını da söyleyelim arkadaşlıklarının bir diğer örneği olarak.
Film hayli keyifli ve biçimsel özelliklerininin de özeti olan bir sahne ile açılıyor. Londra’daki Winchester adındaki bir pub’dayız. Shaun (Simon Pegg) kız arkadaşı Liz (Kate Ashfield) ile oturmakta ve içkilerini içmektedirler. Liz o sırada da pub’da olan ve Shaun’un Pete adında bir adamla (Peter Serafinowicz) paylaştığı eve yerleşen Ed’in (Nick Frost) sürekli yanlarında olduğundan ve hiç yalnız kalamadıklarından şikâyet etmektedir. Gerek Ed’in, gerekse Shaun ve Liz’in haklarında konuştuğu bir başka çift olan Diane (Lucy Davis) ve David’in (Dylan Moran) aslında hemen yanlarında olduğunu hızlı bir kamera hareketi ve kurgu ile ve bizi şaşırtarak gösteriyor yönetmen Wright. Bir elektronik eşya mağazasında satışçı olmaktan ileriye gidememiş olan, sevgilisine verdiği hiçbir sözü tutamayan, iyi yürekli ama aciz görünümlü Shaun’un başta etrafındaki tuhaflıkların, sokaklarda garip bakışları ve hareketleri olan insanların farkına varmaması bir yandan onun naifliğinin eğlenceli bir yansıması olurken, öte yandan filmin eleştirilerinden birinin de uzantısı aslında: Başlarda gördüğümüz, kasada tüm gün rutin bir işi yapmanın yorgunluğunu yüzünde taşıyan kasiyer kadının daha sonra zombileştiğinde de aynı bakışları koruması (“hepimizi birer yaşayan ölüye dönüştüren düzendeyiz” diyor sanki film) ve finalde televizyon ekranından duyduğumuz “zombilerin hizmet sektörü için ideal birer çalışan durumuna geldiği” haberi hikâyenin en doğrudan “politik” unsuru oluyor kuşkusuz.
Film seyircinin beklentileri ile de oynuyor hınzır bir şekilde: Örneğin Shaun’un sabah mağmurluğundan kaynaklanan komik yürüyüşünden veya “Aman, Tanrım!” tepkisinden bir zombi ile karşılaşmayı, bugüne kadar maruz kaldığı klişeler nedeni ile, bekleyen seyirciye hoş bir oyun oynanıyor. Beklentiler demişken filmin hayli zengin soundtrack’indeki şarkıların kullanımından da bahsetmekte yarar var: terk edilen bir adamın depresyon sahnesinde jukebox’ın (müzik otomatı) kendi kendine “If You Leave Me Now” (Chicago’nun 1976 tarihli eseri) şarkısını çalmaya başlaması veya zombilerin Londra’da neden olduğu paniği gösteren haber kanalları arasında zaplanırken, “Panic on the Streets of London” dizesi ile başlayan The Smiths’in “Panic” şarkısının karşımıza çıkması gibi küçük oyunlar ticarî sinemada müzik aracılığı ile seyirciyi duygusal provokasyona maruz bırakma alışkanlığı ile dalga geçilmesinin örnekleri.
Sahneler veya bir sahneyi oluşturan planlar arasındaki geçişlerin hızının yarattığı dinamik kurgu, hızlı kamera hareketleri ve oyuncuların eğlenceli takım performansları eğlence ve keyfi daha da artırıyor. Bu eğlencede şüphesiz ki senaryoda bolca yer alan esprilerin de önemli bir payı var; tümü aynı düzeyde olmasa da; yanlış anlamalar, kelime oyunları, zıtlıklar vs. ile örülü diyaloglar ve komedi anları filme epey keyif katıyor. Öyküde bolca yer alan, henüz durumun ciddiyetinin farkında olmayan Shaun ve Ed karakterlerinin zombiler ile dalga geçtikleri şarkılı sahne gibi bölümlerin seyirciye belli bir eğlenceyi garanti ettiği film romantizmi de dozunu kaçırmadan ve üstelik komedi kaynağı olarak da kullanarak karşımıza getiriyor. Shaun’un zayıf bir adamdan bir “kahraman”a dönüşmesi ise romantizmi ve mizahı aynı anda besliyor. Sinemanın klişelerini (zor zamanlardaki dayanışma ve itiraflar örneğin) alaya alan yapıtın bir komedi olarak, zombilerden (yaşayan ölüler) daha da fazla yaşayanlardan beslenmesi de onu farklı kılan bir unsuru kesinlikle. Burada özellikle zombilerden kurtulmak için zombi taklidi yapıldığı bölümü anmak gerekiyor; filmin zirve anlarından biri bu sahne.
Zombi istilasının kaynağı hakkında farklı açıklamalar (uzaydan dönen bir aracın yanlışlıkla İngiltere üzerinden dünyaya girmesi, maymunların taşıdığı bir hastalık vs.) duyduğumuz film; nedenden çok sonuçla ve bu istilanın ortaya koyduğu gerçeklerle ilgileniyor daha çok ve bunu komedi kalıplarından hiç çıkmadan ve iddialı sözler sarf etmeden yapıyor. Yukarıda anılan eleştiri dışında, zombilere karşı mücadelenin dayanışma ruhu taşıyan bir takım oyunu ile verilmesi ve sığınılan yerin bir arada olmayı, dostluğu ve paylaşımı çağrıştıran bir mekân işlevi gören pub olmasını da toplumsal birlikteliğin sembolü olarak görebiliriz. Toplu halde hareket ettiklerinde bile aralarında hiçbir ilişkinin izini bile göremediğimiz zombilerin karşısına, insanın ancak diğer insanlarla ilişki kurduğunda anlam kazanabildiği gerçeğini koyuyor film bir bakıma.
Öyküde olduğu gibi, oyuncular arasında da öne çıkan isim Simon Pegg olmuş. Kendi imzasını taşıyan senaryonun Shaun karakteri için çizdiği resmin içine, kendisinin de eğlendiğini hissettiren bir performansla girmiş oyuncu ve öyküyü sürükleyen kişi olmuş. Nick Frost, hayli sade ve ciddi performansı ile diğerlerinden ayrılan Dylan Moran ve Shaun’un üvey babasını canlandıran usta oyuncu Bill Nighy de tümü başarılı olan kadronun içinde öne çıkan isimler olmuşlar. Hollywood sinemasının aksine, süper yetenekli ve zeki karakterleri değil, sıradan insanları öyküsünün kahramanı yapan ve bu sıradan insanların içine düştükleri olağanüstü durumlardan doğan durumları çekici bir eğlence ile anlatan film, arada bir sitcom’da karşımıza çıkan türden esprilere başvursa da, güldürme garantisi olan bir komedi.
(“Zombilerin Şafağı”)