L’armée des Ombres – Jean-Pierre Melville (1969)

“Aşk sözcüğü benim için ancak patron için kullanıldığı bağlamda bir anlam taşıyor. O benim için her şeyden daha önemli. Her şeyden ama hayattan değil. O ölseydi bile yaşamak isterdim; ama öleceğim. Korkmuyorum. Ölümden korkmamak mümkün değil, ama ona inanmayacak kadar inatçı ve hayvaniyim. Son ama en son saniyeye kadar ona inanmazsam, asla ölmem. Ne keşif! Patron severdi bunu! Bu konuya daha derinden bakmalıyım… ”

Nazi işgali altındaki Fransa’da İhbar sonucu yakalanarak bir tutuklu kampına gönderilen bir adamın, buradan kaçıp muhbiri bulmasının ve Almanlara karşı kurulan direniş örgütü ile birlikte verdiği mücadelenin hikâyesi.

Fransız yazar, senarist ve gazeteci Joseph Kessel’in 1943 tarihli ve aynı adlı romanından uyarlanan, senaryosunu yazan Jean-Pierre Melville’in yönetmenliğini de yaptığı bir Fransa ve İtalya ortak yapımı. Yönetmenin “İşgal Altındaki Fransa” üçlemesindeki yapıtlardan biri olan film bir direniş öyküsünü ve kahramanlarını -tanık olduğumuz cinayet, suikast, işkence, bombalama vs. gibi unsurlara rağmen- aksiyonu değil, atmosferi ve karakterlerin psikolojilerini öne çıkararak anlatan ilginç ve kesinlikle çok önemli bir çalışma. Kaynak romanın yazarı Kessel’in savaş dönemlerindeki kişisel tecrübeleri ve bazı gerçek karakterlerden ilham alarak yazdığı romanından yola çıkan ve kendisi de iki yıl boyunca direniş örgütü içinde savaşan Melville soğuk, sert ama duygusal boyutu da olan bir dil ile anlatıyor direnişçileri ve ortaya bu tip filmlerde gördüklerimizden çok farklı bir sonuç koyuyor. Zaman zaman kurgusal bir dil ile anlatılan bir “belgesel soğukluğu” havası da taşıyan çalışma, tek bir karaktere veya olaya odaklanmaması, öyküsünü adeta farklı bölümler hâlinde anlatması ile de farklılaşan ve Fransız sinemasının usta isminin pek çok parlak yapıtla dolu filmografisinde bile öne çıkan bir eser.

Joseph Kessel’in romanı Fransa’nın o tarihte Nazilerin işgali altında olması nedeni ile ülkesinden önce Cezayir’de yayımlanmış ve yazarın kendi savaş (Birinci ve İkinci Dünya Savaşları) deneyimlerinden ve diğer direnişçilerin öykülerinden derledikleri üzerine kurulmuş. Kessel romanı yazması için talepte bulunanın General de Gaulle (savaş sırasında Özgür Fransa hükümetinin lideri ve savaştan sonra Fransa Devlet Başkanı olan asker ve siyasetçi) olduğunu ve kendisinden dünyaya Fransız Direnişi’ni anlatmasını istediğini söylemiş. Anna Marly’nin bir Rus şarkısından esinlenerek bestelediği ve Fransız Direnişi’nin marşına dönüşen “Chant des Partisans” adlı melodinin sözlerini de yeğeni Maurice Druon ile birlikte yazan Kessel kitabında direniş örgütünün karşı karşıya kaldığı zorlukları öne çıkarırken, Fransız halkının (yiyecek karneleri, gözaltı ve tutuklamalar, zorla çalıştırma vs.) günlük hayatını da odağına alıyordu. Melville’in filminde, bunların ilki büyük bir ağırlık taşıyor öyküde, ikincisi ise daha çok direnişçilerle bağlantılı olduğu kadarı ile çıkıyor seyircinin karşısına. Aralarında Luis Buñuel’in aynı isimle çektiği “Belle de Jour” (Gündüz Güzeli) adlı kitabının da olduğu pek çok yapıtı sinemaya uyarlanan Kessel’in romanını kendi senaryosu ile beyazperdeye taşıyan Melville, ilk uzun metrajlı filmi olan “Le Silence de la Mer”de de yine işgal altındaki Fransa’da geçen bir öykü anlatmıştı. İşte bu ilk film, 1961 tarihli “Léon Morin, Prêtre” (Rahip Léon Morin) ve “L’Armée des Ombres” (Gölgelerin Ordusu) bugün “İşgal Altındaki Fransa”adındaki bir üçlemenin parçası olarak kabul ediliyor.

Fransız gazeteci ve sinemacı Philippe Labro, Melville’in sineması için şu tanımı yapmış: “Gece vakti, gece mavisinde geçen; kanun adamları ile düzen dışı olanlar arasında yaşanan; bakışlar ve jestlerle, söze gerek duyulmayan ihanetlerle ve dostluklarla, şefkati dışlamayan buz gibi bir lüks ve şiiri reddetmeyen bir soluk anonimlikle anlatılanlar”. Derin bir gözlem ve analizin sonucu olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz, güçlü ve bir o kadar da doğru bir tanımlama bu ve “kanun adamı ile düzen dışı olanlar”ın yerine hiçbir anlam kaybı olmadan “direnenler ve işgalciler”i koyarsanız, nitelemelerin tümü “L’Armée des Ombres” için de kesinlikle geçerli.

Fransız yazar Georges Courteline’in 1886 tarihli “Les Gaités de l’escadron” adlı romanının önsözünden bir ifade ile açıyor filmi Melville: “Nahoş anılar, yine de başımın üstünde yeriniz var. Siz benim çoktan yitirilmiş gençliğimsiniz”. Fransa’nın tarihindeki nahoş anlardan biri ile açılıyor gerçekten de film ve gençliğini ülkesi için yitirenleri anlatıyor. O nahoş âna tanık olduğumuz sahneyi “Belki de Fransız sinemasının tarihindeki en pahalı sahne” olarak tanımlamış bir konuşmasında Melville ve -hayli alçak gönüllü bir şekilde- tüm kariyerinde gurur duyduğu iki çekimden biri olduğunu söylemiş. Paris’in sembollerinden Zafer Takı’nı ıssız bir Champs-Elysées’nin sonunda gösteren bir sabit çekimle başlıyor sahne; önce toplu halde atılan adımların sesini, hemen ardından bir askeri marşı duyuyoruz. Önde bandonun olduğu kalabalık bir ordu düzenli adımlarla soldan görüntüye giriyor ve Zafer Takı’nın önünden dönerek kameraya doğru yürümeye başlıyor. Yürüyen Nazi ordusudur ve Paris işgal altındadır. Bandoyu yöneten asker kameraya (bize) iyice yaklaştığında, âniden görüntü donar ve müzik kesilir. Nazi ordusu dışında tek bir kişinin görüntüye girmediği bu sahne, Fransa’nın tarihindeki en nahoş anlardan birini güçlü ve sert bir biçimde anlatırken, görüntüdeki tek Fransız olan Zafer Takı’nın, tarihe Fransız Devrim Savaşları ve Napolyon Savaşları olarak geçen dönemde Fransa için dövüşen ve yaşamlarını yitirenler için dikilmiş olması ve altında 1. Dünya Savaşı’nda ölen Fransız askerler için hazırlanan Meçhul Asker Mezarı’nın olması seyrettiğimizi daha da etkileyici kılıyor. Sadece Melville sinemasının değil, tüm bir sinema tarihinin en başarılı açılış sahnelerinden biri bu kesinlikle ve tek başına bile filmi görülmesi gerekli yapıtlar arasına koymak için yeterli.

Öykü 20 Ekim 1942’de açılıyor. 41 yaşındaki köprü ve yol mühendisi Philippe Gerbier (İtalyan olsa da Fransız sinemasının en önemli isimlerinden biri olan Lino Ventura) elleri kelepçeli olarak, iki asker tarafından bir tutuklu kampına götürülüyor. Nazilerin suçlu gördüğü ve her ırktan, politik düşünceden, dinden ve ülkeden asker ve sivilleri attığı kampa, direnişin lideri General Charles de Gaulle ile ilişkisi olduğu ihbarı yüzünden getirilmiştir Gerbier. Kamp komutanının önündeki raporda “Hazır cevap, başına buyruk, mesafeli ve alaycı” ifadeleri vardır Gerbier için ve ilk hedefi bu kamptan kaçıp muhbirini bulmak, ardından da işgalcilere karşı mücadele eden direnişçilerle birlikte savaşmaktır. Bu mücadelesi sırasında Luc Jardie (Paul Meurisse), Luc’un kardeşi Jean-François (Jean-Pierre Cassel), Claude “Maske” Ullmann (Claude Mann), Félix Lepercq (Paul Crauchet), Guillaume “Bizon” Vermersch (Christian Barbier) ve Mathilde (Simone Signoret) kendisine eşlik edecek ve her biri gerilimli ve trajik anların kahramanları olacaktır. Öyküdeki bu karakterlerin bazıları kurgu, bazıları ise gerçek bir veya daha fazla karakterden esinlenmiş. Örneğin Luc Jardie direnişin parçası da olan Fransız filozof ve mantıkçı Jean Cavaillès’den esinlenerek yaratılmış ve hatta bir kısmı aslında onun ölümünden sonra basılan kitaplarının görüntüleri tek tek ve bir saygı sembolü olarak tek tek gösteriliyor bize. Aslında Luc karakterinin iki sahnesinde başka gerçek kişilerin yaşadıklarından ilham alınmış. Örneğin Luc ve Gerbier’in Londra’daki bir sinemada Victor Fleming’in “Gone with the Wind” (Rüzgâr Gibi Geçti) filmini seyrettiği sahne (“Fransa’da savaş, Le Canard Enchaîné (Fransa’nın ünlü hiciv gazetesi) okuyup, bu güzel filmi izlediğimizde bitecek”) aslında yönetmen Melville ile gazeteci ve direnişçi Pierre Brossolette arasında geçmiş. General de Gaulle’ün Luc’un göğsüne madalya taktığı sahne ise aslında de Gaulle ile bir başka direnişçi, Jean Moulin arasında yaşanmış. Her ikisi de direnişte hayatını kaybeden Brossolette ve Moulin’e de saygı gösterilmiş böylece. Gerbier karakterinin ilham kaynakları ise yine direniş hareketinden üç ayrı isim olmuş: Jean Pierre-Bloch, Paul Rivière ve Gilbert Renault. Londra’daki Özgür Fransa örgütünün istihbarat subayı rolünde André Dewavrin’in kendisini canlandırdığı filmde, Mathilde karakteri ise komünist bir direnişçi olan Lucie Aubrac’a dayanılarak yaratılmış; ilginç bir tesadüf olarak Aubrac’ın, filmde Mathilde’i oynayan Simone Signoret’ye tarih öğretmenliği yaptığını da ekleyelim.

Romana genellikle sadık kalan senaryo, Gerbier öykünün ana kahramanı olsa da, zaman zaman parçalı bir şekilde ilerliyor ve Gerbier’in hiç olmadığı yan hikâyeler de izliyoruz. Kamptaki genç komünist ile Gerbier’in ortak kaçma planının aralarında olduğu bazı gelişmeler ise, hissettirilen önemlerinin aksine, herhangi bir şey olmadan sonuçsuz kalıyor. Bu bilinçli bir tercih ve yönetmenin, anaakım sinemanın “bir şey gösteriliyorsa/anlatılıyorsa önemlidir” anlayışının dışına çıkarak, direnişçilerin günlük hayatlarının gerçeğini olduğu gibi gösterme amacını taşıdığını gösteriyor. Melville’in ilginç ve doğru görünen tercihlerinden bir diğeri de “aksiyon” sahneleri de dahil olmak üzere, filmin gücünü gösterişten ve yapaylıktan uzak durma üzerine kurmuş olması. Örneğin Gerbier’in kaçış sahnesinin sade bir sinema dili ile ve adeta yönetmenin hiçbir müdahalesi yokmuş gibi duran bir mizansenle anlatılması, tanık olduğumuz o ânın doğrudan bir etkiye sahip olmasını sağlıyor. Bu etkiyi daha da artıran bir şekilde, sahneleri uzun tutmaktan da çekinmiyor Melville; birkaç kişinin kaçırılan bir adamı nasıl infaz edeceklerini tartıştığı sahne hayli uzun örneğin ve diyalogların doğallığı, oyuncuların performansları ve karakterleri kahramanlaştırmaya soyunulmadan, tüm doğal duyguları ile karşımıza getirilmesi ile adeta bir belgesel gerçekçiliğine sahip oluyor. Kahramanlığın “kardeşine bile söylememe”yi veya hain olarak görünmeyi kabul etme fedakârlığını gerektirdiğini sade bir dokunaklıkla gösteren filmin milliyetçilikten ya da karakterleri yüceltmekten uzak durması da takdiri hak ediyor. Bunun tek bir istisnası var ki film gösterime girdiğinde Fransa’da bazı eleştirmenlerin ve politik örgütlerin yapıtı dışlamasına yol açmış. Melville’in filmi 1969’da vizyona çıkmış Fransa’da; 1968 protestoların sönse de, sosyal ve politik etkilerinin çok canlı olduğu o tarihte sağcı de Gaulle’ün kahramanlaştırması tepkiye yol açmış. Aslında bu iddiayı destekleyen tek bir sahne var filmde ki açıkçası yapıtın tümü ile kıyaslandığında Melville adına da pek doğru bir tercih olmamış. Luc Jardie’ye kahramanlık madalyası takıldığı sahnede, kamera de Gaulle’ün yüzünü hiç göstermiyor, onun sadece sırtını ve uzun boyunu (1.96 cm) daha da yücelterek gösteriyor. Bu sırada müziğin şiddetinin yükselmesi ve generalin adeta bir “suret yasağı” ile kutsallaştırılması kesinlikle filme yakışmamış.

Zaman zaman bir anlatıcı sesin (birden fazla karakter için kullanılmış bu yöntem ve bazı anlarda çok da gerekli değilmiş gibi görünüyor) kısa cümleler kurduğu ve bir “hikâye anlatılıyor” havası kazandırdığı filmde sessizlikten de ustaca yararlanılmış. Örneğin Gerbier’in peşindekilerden kaçarken girdiği berber dükkanındaki sahne (berberi kendisi de direniş hareketine katılmış olan ünlü oyuncu Serge Reggiani canlandırıyor) veya askerlerin infaza götürdüğü mahkûmların hiç konuşmadığı ama ayaklarına takılan zincirlerin seslerinin hâkim olduğu sahne sessizlikleri ile oldukça etkileyici. Melville sade sinema dili içinde zaman zaman ufak dokunuşlarla filmin seyirciyi şaşırtmasını da sağlıyor; örneğin karakterlerden birinin idam mangasını gördüğü anda birden mutlak bir sessizliğe geçilmesi ve kameranın askerlere hızlı bir zum yapması tutuklunun o anda hissettiklerini çok iyi yansıtıyor bize.

Başladıktan yaklaşık 4 ay sonra, 23 Şubat 1943’te bir suikast sahnesi ile sona eriyor öykü ve bu suikastin gerekliliği ile ilgili tartışmanın bir örneği olduğu gibi, film karakterlerinin her şeyden önce bir insan olduklarını ve insan olmanın tüm zaaflarını taşıdıklarını sık sık gösteriyor bize. Bu açıdan değerlendirildiğinde ve de Gaulle ilgili yukarıda anılan sahnenin gereksizliği bir yana, senaryonun karakterleri mitleştirmemesi çok önemli ve kesinlikle doğru olmuş. Kapanış jeneriğinde oyuncuların hareketli görüntüleri ile tanıtılmaları ise; sadece onları değil, aynı zamanda ve belki daha da önemli ölçüde, esinlenilen gerçek karakterleri anmanın aracı oluyor güçlü bir şekilde. Görüntü yönetmenleri Pierre Lhomme ve Walter Wottitz’in nerede ise tüm renkleri yok edip, “renkli bir siyah-beyaz” hava yarattığı ve öykünün karanlık yanını destekledikleri filmde, iç mekânlarda zaman zaman doğal ışıkla yetinilerek, karanlıktan çekinilmemesi de benzer bir katkı sağlıyor ve gerçekçilik hissini artırıyor. Kariyerinin başlarındaki Nathalie Delon’un çok kısa bir rolde (Jean-François’nın barda yanındaki genç kadın) yer aldığı film, Cahiers du Cinéma dergisi yazarlarının film gösterime girdiğinde de Gaulle sahnesi üzerinden sert eleştirilerini (dağıtımcıların filmi ABD’de vizyona çıkarmasını bile engellemiş bu eleştiriler ve ancak 2006’da gösterildiğinde ise pek çok eleştirmenin yılın en iyileri listesine girmiş yapıt) veya bazı eleştirmenlerin Melville’i, gansgter filmleri formatını bir direniş filminde kullandığı için kınamasını ise kesinlikle hak etmiyor. Melville sinemasının parlak örneklerinden biri ve soğuk tavrı ile kesinlikle farklı bir çalışma olan yapıtın oyuncuları ise başta Lino Ventura olmak üzere yalın performanslarla has birer performans sunuyorlar.

(“Army of Shadows” – “L’Armata Degli Eroi” – “Gölgeler Ordusu”)

(Visited 9 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir