Léon Morin, Prêtre – Jean-Pierre Melville (1961)

“Gece düşündüm. Tanrı inancı, evreni cennete uzanan bir merdivene dönüştürüyor… ama Morin’le konuşmalarımız bende huzursuzluk yaratıyor. Bir boğa gibi ileri atılıyorum ama hedefim birden gözden kayboluyor. Bir boşluktayım ve adeta düşüyorum. Yolun sonunda ne var, bilmiyorum. Kayboluyorum, bir başıma kalıp. Morin bana kusursuzmuş gibi görünüyor”

İkinci Dünya Savaşı sırasında, işgal altındaki bir bölgede küçük kızı ile yaşayan, kocasını kaybetmiş, inançsız ve komünist bir kadının kasabanın rahibine âşık olmasının hikâyesi.

Belçika asıllı Fransız yazar Béatrix Beck’in 1952’de prestijli Prix-Goncourt ödülünü kazanan ve otobiyografik ögeler de içeren aynı adlı romanından uyarlanan bir Fransa ve İtalya ortak yapımı. Jean-Pierre Melville’in senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini üstlendiği film Venedik’te yarışmış ve yan ödüllerden birini kazanmıştı. Martial Solal’ın hikâyeye yakışan ve dram kadar, savaş atmosferini de yansıtan müziği ile dikkat çeken film kadın ile rahip arasındaki ikili sahnelerin ve inanç, Tanrı, günah ve sevgi gibi konular üzerinde konuşmaların içeriği ile önemli, saf bir sinema duygusunu her karesine yansıtan, iki başrol oyuncusunun (Emmanuelle Riva ve Jean-Paul Belmondo) etkileyici performanslar sunduğu ve cinsel gerilimi tüm hikâyesine çarpıcı bir şekilde yayan bir klasik.

Jenerik yazılarına birbirini kesen bir dikey ve bir yatay çizgi eşlik ediyor; kuşkusuz ki bir haçın sembolü olan bu çizgiler hikâyenin etrafında döndüğü dinsel temaların bir göstergesi. Biri Tanrı’ya inanmayan bir komünist, diğeri kendisini Tanrı’ya ve onun yoluna adamış bir rahip olan iki ana karakter arasında geçen ve ilkinin kilise ile dalga geçmek için girdiği günah çıkarma kabininde başlayan konuşmalar tüm hikâyeye yayılırken, diyaloglar temel olarak inanmak kavramı etrafında dönüyor. Ne var ki bu konuşmalar filmi bir dinsel film kategorisine koymuyor; aksine senaryo bu kavramları kendisine bir çıkış noktası alarak alıp çok daha başka yerlere ulaşıyor. Üstelik, din kadar aşk ve cinsellik de hikâyenin tam göbeğinde. Yakışıklılığı ve karakteri ile başta Emmanuelle Riva’nın canlandırdığı Barny adlı kadın olmak üzere, rahip (Jean-Paul Belmondo) kasabadaki pek çok kadını bu yönde hiçbir çaba içinde olmamasına ve hatta sağlam bir karşı duruş göstermesine rağmen kendisine âşık ediyor. İşgal altındaki bir kasabada ve savaş ortamında geçen hikâye aşkın ve cinselliğin zaman ve mekândan bağımsızlığını da gösteriyor bir bakıma. Filmin din ve cinsellik gibi -doğal olarak- farklı yerlerde duran iki kavramı hiçbir kabalığa, zorlamaya veya rahatsız edici unsura başvurmadan bir araya getirebilmesi ve aynı hikâyenin parçası yapabilmesi en büyük başarılarından biri.

Hikâye başladığında bölge İtalyan askerlerinin işgali altındadır ve zaman zaman anlatıcı rolü de üstlenen Barny’nin dile getirdiği gibi “Bir tek yasaklar, uzaktaki bir savaşın sertliğini hatırlatmaktadır”. İtalyanlar kasabanın doğal bir parçası olmuşlar ve halkı hiç rahatsız etmemektedirler. Bu nedenle kasabanın pek de ciddiye almadığı işgal İtalyanların yerini Almanlar aldıktan sonra kendisini daha sert hissettirecektir. Bu değişiklik yahudi ya da ateist oldukları için kilisede vaftiz edilmemiş olanların panik içinde kiliseye gitmelerine ve vaftiz belgesi almalarına neden olacaktır. Bu ortamda Barny’nin kilise ile eğlenmek için girdiği günah çıkarma kabini onunla rahip arasında uzun sohbetlere, arkadaşlığa ve ilkinin tarafında yavaş yavaş oluşan aşka ve cinsel arzulara giden yolun başlangıç noktası olacaktır. Bir ateist ile bir din adamı arasında gerçekleşen ve hikâyede hem süre hem içerik olarak oldukça önemli bir yer tutan sohbetlerin akıllıca yazılmış metinleri ve Jean-Pierre Melville’in sade sinema dili ile herhangi bir teknik gösteriye soyunmadan sahnelerin ruhuna çok uygun bir yönetmenlik çalışması çıkarması bu uzun konuşmalı bölümleri filmin en keyifli ve çekici anları arasına yerleştiriyor. Günah çıkarma kabinine girer girmez ilk sözü “Din halkın afyonudur” olan kadın fiziksel olarak da etkilendiği rahip ile yaptığı bu sohbetlerin sonucunda din ve inanmak konusunda yumuşuyor ve hikâyenin belirsiz bıraktığı bir şekilde -belki de içinde bulunduğu zor koşullar altında bir yerlere dayanabilmek adına- toptan ret duygusundan uzaklaşıyor. Burada rahibin, karşısındaki kim olursa olsun ve hangi amacı taşırsa taşısın, hep aynı soğukkanlı duruşunu koruması, sabrı, kışkırtmalara kapılmaması ve yönlendiriciliği ile tam bir cazibe merkezi olmasının da büyük bir rolü var elbette.

Bir Fransız filminden bekleneceği üzere burjuva, servet, işçi sınıfı vb. ifadelerin sıklıkla yer aldığı konuşmalar bir bireyin (burada kadının) meselelerine değil, bir toplumunkilere uzanıyor kuşkusuz ve ilk “günah çıkarma”dan ayrılan kadının şu sözleri evrensel bir kefaretin de işareti oluyor: “Neşe içinde yürüdüm. Kendimi tasasız, değerli ve kırılgan hissediyordum; ama neşemin kaynağı düşüncemin kavuştuğu mutlak özgürlük müydü yoksa günahlarımın affedilmesi mi?”. Film bir din veya komünizm propagandasına yanaşmıyor; bunun yerine, rahibin temsil ettiği dinin vaaz ettikleri ile kadının komünist inançlarının örtüşmesini altını çizmeden sürekli olarak gösteriyor seyirciye. Örneğin kadının, evine sığınan çocuklu bir çifte yaklaşımı ile rahibin kiliseye sığınan ve kimliklerini bile sormadığı kişilere tavrı birbirinin aynı; her ikisi de kendi hayatlarını tehlikeye atma pahasına doğru olduğuna inandıklarını yapmaktan çekinmiyor. İki farklı sahnede kadının gözünün rahibin kıyafetindeki yamaya takılması ve adamın birkaç kişisel eşya dışında mülkiyetsizliğinin gösterilmesi de ilgili farklı inançların buluşması olarak yorumlanabilir. Bu açıdan filmin, kaynağından ve kimliğinden bağımsız olarak doğru olanın yanında durduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla.

Barny’nin çalıştığı yerdeki güzel bir kadına karşı duyduğu ve açıkça dile getirdiği, hatta rahibe de itiraf ettiği ilgisi ve Almanların komünistleri ve yahudileri vurmasından rahatsız olmayan kadına attığı tokadın ilgi olarak geri dönmesi hikâyenin cinsellikle ilgili bir başka yönünü gösteriyor bize. Bir başka kadına gösterdiği ilgiyi “Yani onunla yatmak istiyorsun” cümlesi ile yorumlayan arkadaşına, bu ilgisini önce genç kadının genç bir erkeğe benzemesi, zarif ve kadınsı bir erkeğin çekiciliğine sahip olması ile açıklayan kadının sonradan bu konuda daha açık konuşmasını hem onun cinsellikle ilgili itirafı olarak görmek hem de rahiple olan arkadaşlığının onu dürüst olmaya zorlaması ile açıklamak mümkün şüphesiz. Kadının gördüğü erotik düş, finalde onun ağzından duyduğumuz “Ruhum bir geneleve dönüşmüştü” cümlesi ve bir başka kadının rahibi baştan çıkartmak için yaptıkları hikâyenin cinsellikle ilgili yanının diğer örnekleri olarak gösterilebilir.

Henri Decaë’nin siyah-beyazın estetiğini başarı ile kullanan, kelimenin her anlamı ile güzel görüntülerinin zenginleştirdiği filmin savaşın taraflarını mutlak iyi ve kötü olarak sınıflandırmaması bir diğer olumlu yönü. Örneğin Alman işgalcilerin sertlikleri gösterilirken, bir Alman subayın küçük bir kıza sevecen davranışı da getiriliyor karşımıza veya müttefik Amerikan askerlerinden birinin kadını rahatsız ve hatta taciz etmesi de açıkça gösteriliyor. Filmin bir diğer çekici yanı, iki başrol oyuncusunun performansları: Emmanuelle Riva savaşın ve bastırdığı duyguların travması ile yaşayan ama bir yandan da güçlü bir profil çizen karakterini seyircinin üzerinde derin bir iz bırakacak bir güç ve sadelikle canlandırıyor. Belmondo ise fiziksel çekiciliğini karakterinin dinsel kimliği ile çekici bir çelişki yaratacak biçimde özenle kullanıyor ve sadece kasabadaki kadınları değil, bizi de etki alanına alıyor. Öyle ki onun söylemlerine, yol göstericiliğine ve fikirlerine sadece Barny değil, biz de kayıtsız kalamıyoruz. Vücut diline belli belirsiz yansısa da (ki bundan bile emin olmak güç), onun karakterinin de içindeki arzuların canlı olduğunu anlayabiliyoruz. Onların da önemli katkısı ile, bu din ve arzu hikâyesi sinemanın önemli klasiklerinden biri, özetle söylemek gerekirse.

(“Léon Morin, Priest” – “The Forgiven Sinner”)

Le Doulos – Jean-Pierre Melville (1962)

“Doulos argoda şapka demektir. Polis ve suçluların dünyasının gizli dilinde Doulos şapkayı giyen kişiye de verilen isimdir: Polis muhbiri”

Hapisten yeni çıkan ve bir çalıntı mal aracısını öldürüp, elindeki mücevherleri ve parayı çalan bir adamın yeni soygununda destek aldığı bir diğer suçlunun polise muhbirlik yaptığını öğrenmesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Polisiye sinemanın ustası Jean-Pierre Melville’den sıkı bir suç filmi. Pierre Lesou’nun aynı adlı romanından uyarlanan filmin senaryosu da yine Melville’e ait. Gerilimini aksiyonundan çok karakterlerinden ve yaratmayı başardığı atmosferinden alan film, türünün en önemli örneklerinden biri ve şık bir sinema eseri. Fransız sinemasının güçlü oyuncularından oluşan kadrosu ve Melville’in ustalıklı hikâye anlatma becerisi ile mutlaka görülmesi gerekli bir çalışma bu.

Bir anti-faşist olan babasının Mussolini döneminde İtalya’dan kaçarak Fransa’ya yerleşmesi üzerine sekiz yaşından itibaren orada yaşayan ve Fransız sinemasının en ünlü oyuncularından biri olan Serge Reggiani’nin görüntüsü ile açılıyor film. Üzerinde trençkot ve başında bir şapkası olan, elleri ceplerinde yürüyen ve bu yürüyüşüne Paul Misraki’nin gerilim ve suç dünyasını başarılı bir şekilde çağrıştıran caz ağırlıklı müziğinin eşlik ettiği adamı uzun süre kesintisiz bir çekimle gösteriyor film. Sadece bu ilk sahne bile şık bir polisiye ile karşı karşıya olduğumuzu kanıtlamaya yeterli. Bundan sonra tanık olacaklarımız gücünü aksiyondan, kavgadan veya silahlardan çok anlattığı dünyanın atmosferini etkileyici bir şekilde yaratmayı beceren senaryosundan alan ve gerek Melville’in usta elinin gerekse sağlam kadrosunun katkısı ile zenginleşen çekici bir hikâyeyi getiriyor önümüze. Reggiani’ye muhbir rolündeki Jean-Paul Belmondo’nun yanında, küçük bir rolde etkileyici bir performans sunan Michel Piccoli ve Jean Desailly’nin de eşlik ettiği filmde ünlü Alman sinemacı ve o tarihte 23 yaşında olan Volker Schlöndorff da bir bar sahnesinde figüran olarak yer almış. Belmondo “Henüz neresi bilmiyorum ama polis ve gangsterlerin olmadığı bir yer varsa, orası olacak” sözleri ile yerleşmeyi planladığı yeri tarif eden karakterini gençliği ve sempatikliği ile göz dolduran bir biçimde canlandırırken, onun o masum görüntüsü altında gerektiğinde hayli sert davranabilen kişiliğini de inandırıcı kılmayı başarıyor. Reggiani ise ihanete uğrayan ve artık bir parça yorgun görünen adamın mücadelesini ikna edici bir şekilde sergilemeyi başarıyor ve senaryo onunla muhbir arasındaki mücadeleyi belki yeterince çarpıcı kılamasa da karakterinin hikâyesinin etkileyici olabilmesini sağlıyor.

Reggiani’nin yürüyüşü ve bu yürüyüşün sonlandığı yerde işlenen cinayet peş peşe iki sahnede hayli estetik görüntüler getiriyor karşımıza. Nicolas Hayer’in görüntüleri gerek bu iki sahnede gerekse daha pek çok sahnede siyah ve beyazın doğal estetiğini ve imkânlarını başarı ile kullanırken, gölgelerden ve farklı kamera açılarından da akıllıca yararlanıyor. Örneğin adı geçen cinayet sahnesinin sonunda sallanan lambanın yarattığı ışık-karanlık-ışık… havası ve gölgeler bu sahneye şık ama doğallığını da koruyan bir üslup getirmiş. Bu görsel başarı belki kimilerine göre bir parça “ucuz” olarak değerlendirilebilecek ama aslında hikâyeye yakışan tüm bir final sahnesinde de gösteriyor kendisini. Bu bölümdeki kamera açıları ve çerçevelemeler, mizansen anlayışı ve olayların “çözülme” şekli tanık olduğumuz anları kesinlikle hayli ilginç ve iz bırakıcı kılıyor. “Bu meslekte sonun ya aylaklık olur ya mermi manyağı” sözlerini haklı kılan bu final polisiye sinemanın en önemli anlarından biri şüphesiz.

Melville’in senaryosunun iki büyük başarısı var: Gerçeğin ne olduğu ve karakterlerin amaçları konusunda seyirciyi birden fazla kez ve tümünde de gerçekçi bir şekilde aldatabilmesi ve karakterlerin diğerlerine oynadığı kimi oyunlardaki ikna edici çarpıcılık. Reggiani ve Belmondo’nun karakterleri kendi hedefleri doğrultusunda ve ayrı ayrı planları ile ilerlerken tüm yaşananlar birbirine ustalıkla bağlanmış ve seyiriciyi düğümün nasıl çözüleceği konusunda merak içinde bırakıyor. Sonlara doğru Belmondo’nun muhbir karakterinin geriye dönüşle anlatıcı rolüne bürünmesi bir parça kolaya kaçmak gibi görülebilir belki ama Melville burada hem anlatıcı sesi iyi kullanarak hem de kısa ama açıklayıcı görüntülerle seyirciyi etkileyerek bu kolaylığı affettirmiş görünüyor ve daha da önemlisi bu anlatılanın gerçekliği konusunda yarattığı kuşku ile bir kez daha avlıyor seyirciyi. Martin Scorsese’nin en sevdiği gansgter filmi olan çalışma Melville’in siyah beyaz Amerikan polisiyelerine olan hayranlığının da izlerini taşıyor açık bir şekilde.Bu türün vazgeçilmez unsurlarının pek çoğu bu filmde de yerlerini almışlar: Trençkot, sigara, gölge, ihanet ve elbette başta silahlar olmak üzere diğer pek çoğu hikâyeye amaçlanan atmosferi ve stilizmi kazandırmak için ustaca kullanılmışlar kesinlikle. “Bob le Flambeur” filminde olduğu gibi burada da Melville erkeklere ait bir dünyayı anlatıyor ve bu dünyada kadınlar hep bir kötülüğün ya da en azından ters giden bir şeylerin kaynağı olurken, akıbetleri de pek iyi olmuyor. Melville kadın karakterlere bu sert yaklaşımını, bu yaklaşımı kendisinin değil, karakterlerinin gösterdiğini söylerek savunmuş kendisini bir açıklamasında ama bu durumun onun filmlerinde sıklıkla görüldüğünü belirtmekte yarar var.

Görüntülerin yanında sesin de kritik sahnelerde (örneğin muhbirin bir kadını cezalandırdığı bölümde radyonun ve ondan gelen film müziğinin sesinin ve radyonun kapatılması ile oluşan sessizliğin kullanılması oldukça etkileyici) iyi bir araç olarak yerini aldığı filmin başında görüntüye gelen sözün (“Seçim yapmak zorundasın: Ölmek mi yalan söylemek mi?”) hakkını verircesine karakterlerin sık sık yalan söylediği ve Melville’in de bizi “yalanlarla aldattığı” bu çalışma için Volker Schlöndorff “Paris’te çekildi ama tüm lokasyonlar Manhattan’ı çağrıştıracak şekilde seçildi” ifadesini kullanmış. Evet, Amerikan polisiyelerinden esinlenen ve etkilenen ama bir Fransız havasını da kesinlikle taşıyan bir film bu. Karakterlerin duygularını, korkularını ve hırslarını hikâyede aksiyonun önüne geçiren film anlattığı hikâyenin kahramanlarının birer birey olduğunu hiç unutmuyor ve bizim de hiç unutmamamızı istiyor. Kesinlikle görülmesi gerekli bir sinema klasiği.

(“The Finger Man” – “Unutulmazlar”)

Bob le Flambeur – Jean-Pierre Melville (1956)

“Garip hikâyemiz işte burada, Montmartre’da başlıyor. Gece ile gündüzün birbirine karıştığı saatlerde, şafağın ilk ışıklarında Montmartre bir yanıyla cenneti bir yanıyla cehennemi andırırken; gecenin izleri gitgide silinip, insanlar caddeleri doldurmaya başlarken; bu temizlikçi kadın gibi, çalışanlar işlerine yetişmeye çabalarken ve bu genç kızımız gibi aylaklar biraz daha eğlence ararken… Gelin şimdi de Bob’la tanışalım, kumarbaz Bob’la; ihtiyar bir delikanlı, efsanevi bir suçluyla”

Son bir büyük işe soyunan eski soyguncu, yaşlı kumarbaz Bob’un hikâyesi.

Bugün özellikle her biri bir klasik olan polisiyeleri ile tanınan Fransız sinemacı Jean-Pierre Melville’in bu türdeki ilk filmi sadece suç filmlerinin değil, genel olarak sinemanın da en önemli çalışmalarından biri. Fransız Yeni Dalga akımının ilham kaynağı olarak tanımlanan Melville bu filmde klasik Amerikan gangster filmlerine basit görünen ama aslında hayli zengin hikâyesi ile müthiş bir Fransız havası katıyor ve Grumbach olan soyadını hayranı olduğu ABD’li yazar Herman Melville’den esinlenerek değiştirmesinde olduğu gibi Amerikan sinemasına özgü bir türü benimseyerek bu türe çok önemli yeni boyutlar katıyor. Daha sonra çekeceği filmlerle suç sinemasına daha pek çok başyapıt armağan eden Melville’in bu filmi içerdiği gerçekçi bir şiirsellik ve sonradan Yeni Dalga filmlerinin karakteristik özellikleri olan “sıçramalı kesme”lerin (jump cut) kullanıldığı kurgusu ve el kamerası kullanımı ile de öncü sinema eserlerinden biri ve mutlaka görülmesi gereken bir çalışma.

Bir dış sesten duyduğumuz ve yazının girişinde yer alan sözlerle açılıyor film ve bu şiirsel girişi seslendiren dış ses (yönetmen Melville bu sesin sahibi) hikâye boyunca da zaman zaman ama çok daha kısa cümlelerle araya giriyor. Bu araya girişlerin gerekliliği zaman tartışmalı olsa da uygun bir nötr tonla konuşan bu ses bile bir açıklama yapmaktan çok, ilgili sahneye bir duygu katarak filme katkıda bulunmuş. Eddie Barclay ve Jo Boyer’in imzasını taşıyan ve film boyunca sık sık ton ve ritm değiştiren müziklerin eşlik ettiği bu girişin hemen ardından kahramanımız Bob ile karşılaşıyoruz. Zar atan, diğer elinde para ve ağzında sigarası olan Bob kumar oynadığı bu ortamdan dışarı çıkınca üzerine pardösü ve fötr şapkasını geçirdiğinde 1950’lerin tipik Parisli kıyafetine bürünür. Oysa sıradan bir adam değildir Bob; savaştan önce banka soygunu dahil çeşitli suçlara karışmış ve cezasını çekmiş, şimdi de tutkunu olduğu kumarla vaktini geçiren iyi yürekli bir adam karşımızdaki. Jim Jarmusch, Quentin Tarantino, Jean-Luc Godard, Mike Hodges ve Paul Thomas Anderson’un en sevdikleri filmlerden biri olduğunu söyledikleri, Stanley Kubrick’in ise Melville’in bu filmle türün en iyisini yaptığını düşündüğü için kendisinin suç filmleri çekmeyi bıraktığını açıkladığı eseri 2002 yılında da Neil Jordan “The Good Thief” adı ile yeniden çekmiş.

Kadın pazarlayanlara sert davranan, bir olay sırasında hayatını kurtardığı için arasının iyi olduğu komiserin vefalı davrandığı ve eski bir suç arkadaşının oğlu olan ve kendisine de hayranlık duyan genç bir adama kol kanat germiş bir adam Bob. Bir kadına bar açabilmesi için para veren, kolayca yatağına alabileceği genç kadınların zor durumlarından yararlanmayan kahramanımızın kumar düşkünlüğü o denli ileri boyutta ki evine her girdiğinde bir kapının ardında duran kumar makinesinin kolunu en az bir kez çevirip şansını deniyor. Melville bu adamın uzak durduğu suça -belki de son bir kez- bulaşmasını hayli çekici bir şekilde anlatıyor bize. Bu çekiciliğin birkaç nedeni var: Öncelikle yalın bir senaryosu var filmin; zorlama ve “çok büyük” söz ve eylemlerin peşine düşmeyen senaryo buna rağmen onca farklı karakteri sade ama zengin bir kurgu ile birbirine bağlıyor ve basit hikâyesini -olumlu anlamda- kompleks kılmayı başarıyor. Hikâyenin kendine özgü bir şiirselliği de var ama altını çizmiyor bu yanının senaryo ve yine sadeliğini koruyarak, bu şiirsel havasını çok doğal bir biçimde oluşturuyor. Senaryonun bir diğer başarısı da baş karakteri Bob ve diğer hemen tüm ana karakterleri gerçek kılabilmesi ve kendi hikâyeleri ile getirebilmesi karşımıza her biri ilgiyi hak edecek şekilde. Böylece sadece Bob değil; ona hayran olan genç adam, Bob’un yardım ettiği ve genç adamın tutkulu bir şekilde aşık olduğu kadın, eski suçlu ama şimdi bir casinoda krupiyer olarak çalışan adam veya kadın pazarlamacısı gibi diğer karakterler de hak ettikleri ilgiyi buluyorlar hikâyede.

Finaldeki polisle soyguncular arasındaki çatışma sahnesinin gereğinden fazla yalın ve kısa olması gibi bir problemi olsa da filmin geneline bakıldığında Melville tüm sahneleri doğru bir tempoda oluşturmuş ve zaman zaman başvurduğu kamera açıları ile abartısız bir farklılık yaratmayı başarmış. Karakterlerin kritik anlarında yakın plan çekimlerle yüzlerine odaklanan kameranın bu anlarda oyuncuların sade performansları ile yakaladığı etkileyicilik Melville’in bir yönetmen olarak imzasını attığı bir başka başarı. Soygun için ekibin toplanması, tatbikatın yapılması gibi anları da uzun uzun ve adeta yapılan işe “saygı göstererek” sergileyen Melville hikâyesini dürüst bir tarafsızlıkla anlatıyor ve seyirciyi de gördüğünün gerçekçiliğine ikna ediyor.

Filmin kadın karakterlerine rağmen erkeklerin dünyasını ve erkeklerin bakış açısını öne çıkararak anlatması dikkat çekiyor. Bob’un ekibindeki kasa açma ustasının “Kilitler güzel kadın gibidir: Onları tanımak istiyorsan çaba göstermen gerekir” veya Bob’un genç hayranına söylediği “Sana daha önce de söylemiştim: Asla bir kadına güvenme!” sözlerinin yanısıra krupiyerin eşinin hırsı ile neden oldukları da kadınların “neden olduğu“ belaların örnekleri olarak gösterilebilir.

Özetle, iyi anlatılmış ve hikâyesi başarı ile kurgulanmış bir film bu. Melville’in ücretinin yüksekliği nedeni ile oynatamadığı Jean Gabin’in yerine başrolde oynayan Roger Duchesne’nin ekonomik bir performans ile yaşlı karakterinin çocuksu ruh halini etkileyici bir şekilde sergilediği film ironik finali ile hem kahramanını hem de seyircisini ödüllendiren önemli bir çalışma. Kısıtlı bir bütçe ile çekilen ve Melville’in titizliği nedeni ile çekimleri iki yıla yayılan filmde, hem anlatım biçimi hem de içeriği ile Yeni Dalga’ya ilham veren, yola çıktığı Amerikan gansgter filmlerini başka bir noktaya (çok daha sakin ama çok daha gerçek bir nokta bu) taşıyan Melville’in sokakta keşfettiği Isabel Corey de eylemi ile hikâyenin dönüm noktasının yaratıcısı olan kadını başarılı bir performans ile getiriyor karşımıza. Mutlaka görülmeli.

(“Bob the Gambler”)