“Eskiden güçlüydün, talepkârdın ve hiç taviz vermezdin. Şimdi kendini kandırdığını görmüyor musun?”
Toplumsal düzendeki bozukluklarla mücadele etmek için biri aktivist bir gazeteciliği, diğeri yasadışı bir aşırı sol örgütün üyesi olup eylemlere karışmayı seçen iki kız kardeşin hikâyesi.
Margarethe von Trotta’nın senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir (Batı) Almanya yapımı. Başta ülkesindekiler olmak üzere, pek çok ödülün sahibi olan film Venedik’te de hem Altın Aslan’ı hem de sinema yazarlarının verdiği FIPRESCI ödülünü kazanmıştı. Gerçek iki karakterin (RAF örgütünün kurucusu Gudrun Ensslin ve gazeteci Christiane Ensslin adlı iki kız kardeşin) yaşadıklarından yola çıkan film 1970’lerde çokça örneğini gördüğümüz politik filmlerin 1980’lere sarkan örneklerinden biri olması ve ezelî ve ebedî bir meseleyi, düzenle silahla mı silahsız mı mücadele edileceği konusunu ele alması ile önemli bir yapıt öncelikle. Margarethe von Trotta’nın sade ve konunun hassasiyetini gözeten bir dürüstlüğü olan sinema dili, iki başrol oyuncusunun (Jutta Lampe ve Barbara Sukowa) performansları ve yaklaşık 20 yıl boyunca Batı Alman sinemasına damgasını vuran Yeni Alman Sineması’nın en güçlü örneklerinden biri olması ile ilgiyi hak eden bir çalışma.
Margarethe von Trotta temel örnekleri 1962 ile 1982 yılları arasında verilen Yeni Alman Sineması’nın öne çıkan isimlerinden biriydi. Dönemin genç Alman sinemacılarının, anaakım sinemanın ülkenin savaş sonrasındaki yeniden inşa süreci, içinde bulunduğu politik atmosfer ve genel olarak Almanya’nın geçmiş ve güncel realiteleri ile ilgilenmemesine duyduğu bir tepkinin sonucu olarak doğmuştu bu akım ve günümüze kalan pek çok önemli sinema filmini buluşturdu seyirci ile. Kaybedilen bir savaşın travması, bu savaşta ve öncesinde faşist yönetimin işlediği ve aralarında soykırımın da olduğu büyük suçlarla ilgili suçluluk duygusu ve bunun neden olduğu bir sorgulama ve kimlik meselesi ve ülkenin Doğu ve Batı blokları arasındaki kutuplaşmanın sembolü olacak şekilde ikiye bölünmesi gibi farklı faktörlerin doğal sonucu olan doğrudan/dolaylı politik öyküleri anlattı bu sinema ve Trotta’nın bu yapıtı da onlardan biriydi. İsveçli usta sinemacı Ingmar Bergman’ın 1994’te hazırladığı ve sinema tarihinde en sevdiği filmleri içeren listede yer alan 11 yapıttan biri olmasının da bir kanıtı olduğu gibi, sadece Alman sinemasının değil, tüm sinema dünyasının mutlaka görülmesi gerekli örneklerinden biri bu başarılı eser.
Margarethe von Trotta’nın bu filmi çekmesine giden yolu 1977 Ekim ayında katıldığı bir cenaze töreni açmış; Batı Almanya’daki kapitalist düzen ve emperyalizmle mücadele için Andreas Baader, Ulrike Meinhof, Gudrun Ensslin ve Horst Mahler tarafından kurulan aşırı-sol örgüt RAF’ın (Kızıl Ordu Fraksiyonu) üç üyesi olan ve hücrelerinde “ölü bulunan” Baader, Ensslin ve Jan Carl Raspe için düzenlenen cenaze törenine katılan Trotta, Christiane Ensslin adında bir kadınla karşılaşmış orada ve öyküsünü dinlemiş. Gudrun Ensslin’in kız kardeşi olan bu kadından duydukları, Alman tarihinin önemli ve sorunlu günlerini iki kardeşin farklı tutumları üzerinden anlatmaya karar vermesini sağlamış von Trotta’nın ve ortaya işte bu başarılı film çıkmış. Resmî açıklamaların toplu intihar söylemini o gece intihar girişiminde bulunduğu söylenen bir başka RAF üyesi Irmgard Möller ret etse de ve ölüm nedenleri ile ilgili kuşkulu pek çok yan bulunsa da, bugüne kadar bu cinayetleri devletin işlediği de kesin olarak kanıtlanamadı. Von Trotta senaryoda isimlerini Marianne (Barbara Sukowa) ve Juliane (Jutta Lampe) olarak değiştirdiği Gudrun ve Christiane’ın öykülerini anlatırken filmin son bölümlerinde intihar/cinayet tereddütüne de odaklanıyor ama asıl olarak onların aralarındaki ilişkiyi, içinde yaşadıkları düzenle ilgili tepkilerini dile getirme yollarının farklılığını ve her ikisinin mücadele tercihlerinin zamanla değişmesini anlatıyor.
Aralarında Reinhard Hauff’un 1986’da Berlin’de Altın Ayı kazanan ve RAF üyelerinin yargılanma sürecini anlatan “Stammheim” (RAF üyelerinin tutulduğu ve ölü bulunduğu (ya da öldürüldüğü) cezaevinden geliyor filmin adı) ve on bir farklı yönetmenin kurgusal ve belgesel farklı bölümlerini çektiği “Deutschland im Herbst “adlı antoloji filminin de bulunduğu farklı sinema yapıtlarında ele alınan “Deutscher Herbst” (Alman Sonbaharı, Almanya’nın terör olayları ile karşı karşıya kaldığı yıllar) dönemini ele alan farklı filmler çekti Alman sinemacıları. Von Trotta, öykülerini anlattığı kız kardeşlerden Christiane’a ithaf ettiği filmin politik yaklaşımı farklı ve birbirine zıt eleştirilerle karşılanmış zamanında ama günümüzde bu tür filmlerin Batı sinemasından pek çıkmadığını düşününce, bir tartışma zemini yaratmış olması bile filmi önemli ve değerli kılıyor kuşkusuz. Öykünün politik boyutu ile ilgili eleştirilerden biri “mesajını kız kardeşler arasındaki ilişkinin arkasına saklanması” olmuş örneğin ve filmin orijinal Almanca adı ile diğer ülkelerdeki isimleri arasındaki fark da dile getiriyor bu hususu. Filmine ad olarak Alman şair ve filozof Friedrich Hölderlin’in “Der Gang aufs Land. An Landauer” adlı bir şiirinde yer alan bir ifadeyi seçmiş von Trotta: “Sanki kurşunî zamanlarmış gibi göründü bana”. Hölderlin’in, kırsala doğru çıktığı bir yürüyüşün başında havanın bulutlu olduğunu ve güneşin kendisini göstermediği bir ânı ifade etmek için seçtiği bu ifade filmde terörü değil, terörün yaşandığı ortamın kendisini tanımlamak için kullanılıyor ve aynı ifade İtalya (“Anni di Piombo”) ve Fransa’da da (“Années de Plomb”), her ikisi de Türkçede “Kurşun Yıllar” anlamına gelecek şekilde de ve yine terör dönemlerini anlatmak için kullanılıyor. Buna karşılık film yaşanan “kurşunî yıllar”ı değil, kız kardeşleri öne çıkaracak şekilde, ABD’de “Marianne and Juliane” (Marianne ve Juliane), İngiltere’de ise “The German Sisters” (Alman Kız Kardeşler) adı ile çıkarılmış gösterime.
Margarethe von Trotta filmi ile ilgili konuşurken bir noktayı öne çıkarmış: Çocukluğunda ve ilk gençliğinde uyumlu ve babasının göz bebeği bir genç kız olan Marianne’ın amaçları doğrultusunda şiddete başvurmaktan çekinmeyen bir terör grubunun kurucusuna dönüşmesi, aynı dönemde asi bir genç kız olan ablası Juliane’ın ise, şiddeti ret eden bir aktivist ve gazeteci olarak mücadeleyi terih etmesi. Hatta Trotta senaryo üzerinde ilk çalışmaları yaparken, iki kardeşin adeta birbirlerinin rollerine bürünerek değişmelerinden yola çıkarak, Türkçeye mübadele olarak çevirebileceğimiz bir isim koymayı bile düşünmüş filmine. Katı bir Protestan rahip olan babalarının gençler için düzenlenen bir toplantıda gösterdiği, Nazi dönemindeki toplama kamplarını anlatan Alain Resnais başyapıtı “Nuit et Brouillard“ (Gece ve Sis, 1956) her iki kardeşte politik ve toplumsal açıdan bir aydınlanmayı başlatıyor ama farklı yollar seçiyorlar mücadelelerinde. Juliane öfkesini aktivist bir gazeteciliğe kanalize ederken, Marianne – Gudrun Ensslin’in gerçek hikâyesinden yola çıkarsak- dört kişinin ölümüne neden olan beş ayrı bombalı saldırının faili olmaya giden bir yola giriyor.
Trotta kapitalizm ve emperyalizmle mücadelede şiddete başvurma tartışmasını ana konularından biri yapıyor ve yalın, seyirciyi şu ya da bu görüşe yönlendirmeye çalışmayan bir sinema dili ile bir mutlak doğruyu işaret etmekten kaçınıyor. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de süren bu “devrim kanlı mı kansız mı olacak” meselesi ezelî ve ebedî bir tartışma şüphesiz ve iki kız kardeşin ilişkilerini de etkiliyor doğal olarak. Bazı eleştirmenlerin filmin, içinde bunun da olduğu politik boyutunu bu ilişkinin ardında tuttuğu yorumu anlaşılabilir olsa da, bugün politikadan uzak duran anaakım sinema tercihleri ile karşılaştırıldığında, çok da doğru görünmüyor söylenen. Kaldı ki film odağını üç temel alana oturtmuş ve bunlar da filmi yeterince politik kılıyor: İki kardeşin bilinçlenme süreci ve bu sırada yaptıkları farklı seçimler, bu farklılığın ilişkileri üzerindeki -çoğunlukla olumsuz- etkisi ve öykünün son bölümlerindeki “gerçeği keşif” çabası. Bu üç alanın ilki ve sonuncusu doğrudan, ikincisi ise dolaylı olarak politik bir bağlamda ilerliyor. Kırk yaşında bir trafik kazasında hayatını yitiren, klasik müzik eğitimli besteci Nicolas Economou’nun dramatik tonlamaları olan notalarının desteklediği öyküde ana karakterleri dışında, onlarla ilişkili olan diğerleri de politik değinmelerin konusu oluyor. Marianne’ın eski sevgilisi ve ortak bir çocuğu olduğu Werner’in (yaşamına intihar ederek son veren Bernward Vesper’i Luc Bondy canlandırıyor) trajedisi ya da Juliane’ın sevgilisi Wolfgang (Rüdiger Vogler) ile olan ilişkisinin olan bitenden etkilenmesini örnek gösterebiliriz bu değinmelere.
Werner’ın, kız kardeşi ile aralarındaki mücadele yöntemi farkını Juliane’a açıklamak için kurduğu “Fikirlerimiz farklı değil ama biz ya korkağız ya da fazlası ile makul” cümlesi iki kız kardeş arasındaki farkın da özeti sayılabilir ama film silaha sarılmayanları korkak olarak tanımlamıyor kesinlikle; öykünün Juliane ağırlıklı ve onun bakış açısından anlatılması da destekliyor bu yorumu. İki kardeş arasındaki şu diyalogun da gösterdiği gibi film iki farklı bakışı da anla(t)maya çalışıyor: “Bazı fikirlerine katılıyorum” / “Fikirler eylem değildir” / “Öyledir, sadece daha yavaştırlar” / “Yaşlı kadınlar devrim yapamaz” / “Sırf genç olduğunuz için ortada bir devrim mi var yani?”. Teoride ortaklaşan ama pratikte farklılaşan iki kardeşin, tüm anlaşmazlıklarına rağmen, aralarındaki bağı da göstermeyi ihmal etmiyor film ve buradan zaman zaman belki filmin genel duygusal ortalamasının üzerine çıkan ama gerçekliği ile kesinlikle etkileyici olan sahneler getiriyor karşımıza. Bir fincan kahvenin çağrıştırdığı çocukluk anısı (geçmişin, tüm güzel anları ve sorunları ile birlikte gösterildiği anlardan biri bu ve yönetmenin deyimi ile, filmin aynı zamanda ve belki de asıl olarak 1940 ve 1950’li yılların travma içindeki Almanyası hakkında olduğunu gösteriyor), birlikte seyredilen bir Nazi kampları filmindeki duygusal ortaklık, birbirlerinin kazaklarını giymeleri, kokulu mendil inceliği ve tüm tartışmalarına rağmen bir sevginin varlığını hep hissettiren anlar gibi farklı öğelerle film ilişkinin niteliği hakkında yeterli ve doyurucu bilgi veriyor bize.
RAF üyelerine tutuldukları cezaevlerinde gösterilen kötü muamele; ölüm orucuna başvurulmasına neden olan tecrit (“Burada sessizlik insanın beynini uyuşturuyor”) ve iki kardeşin görüşmelerindeki mahremiyetin ihlali sık sık gösteriyor film ve Marianne’ın politik kararlılığını sergilemekten de çekinmiyor ama -tekrarlamak gerekirse- bunu bir propaganda aracı da yapmıyor kesinlikle. Juliane’ın, kardeşinin ölümü ile ilgili gerçeği ortaya çıkarma çabası (“Tüm kanıtları önlerine sersen de sana kimse inanmayacak”) ve bunun için kamuoyu yaratmaya çalışması da (“O eskidendi; insanlar artık cinayet mi intihar mı ilgilenmiyor. Kız kardeşin ve politik hareketi 60’lara, 70’lere ait, bugüne değil”) öykünün parçası yapılmış olması gerektiği gibi.
Marianne’ın “Bizi buraya diri diri gömemezler, ruhlarımıza hükmedemezler. 10, 20 yıl bekleyip gör sadece. O zaman kim haklıymış göreceğiz” ifadeleri aradan geçen elli yıla yakın süreden sonra gerçeğe dönüşmedi, hatta Almanya bugün İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra politik olarak en sağda olduğu bir zamanı yaşıyor. Buna karşılık Juliane’nın kardeşine yönelttiği bir suçlamanın gerçek bir karşılığı oluştu. Marianne’ın “radikal” politik tutumunu, “30 yıl önce doğsaydın, Hitler hayranı olurdun!” cümlesi ile eleştiriyor ablası cezaevindeki bir görüşmelerinde (bu sahnede gardiyan kadının kelimenin tam anlamı ile pis gülümsemesine dikkat!). Marianne olarak karşımıza çıkan Gudrun Ensslin ile birlikte aşırı sol RAF örgütünün kurucularından biri olan ve bu üyeliğinden dolayı on yıl cezaevinde yatan Host Mahler önce Maocu olarak ayrışmış arkadaşlarından, daha sonra ise Neo-Nazi bir partiye üye olarak soykırımın inkârına kadar uzanan bir politik dönüşüm geçirmiş!
Margarethe von Trotta’nın bugüne kadar toplam yedi filminde rol verdiği Barbara Sokowa ile olan bu ilk iş birliğinde gerek o gerek Jutta Lampe’nin, yönetmenin sinema dilindeki sadeliğe, öykünün politik içeriğine ve çatışmalarına uygun performansları filme önemli bir güç ve gerçekçilik katıyor ve Trotta özellikle Sukowa’nın performansını överken, “hayli politik rolüne mutlak bir cesaretle yaklaşması”nın kendisini şaşırttığını söylemiş. Politika demişken, cezaevindeki bir görüşmelerinde Marianne’ın Juliane’a okuması için önerdiği kitaptan ve yazarından da söz edelim. Amerikalı bir devrimci olan George Lester Jackson hırsızlık suçlaması ile hapisteyken, siyahların hakları ile ilgilenmeye başlamış ve cezaevinde çıkan bir kavgada bir gardiyanı öldürmekle suçlanmış. Hapisten kaçma teşebbüsü sırasında gardiyanlar tarafından öldürülen Jackson’ın, otobiyografi formatında yazdığı ve siyah Amerikalılara hitap ettiği manifesto kitabı olan “Soledad Brother: The Prison Letters of George Jackson” adlı yapıtı okumasını istiyor Marianne ablasından. Öneren ve önerilenin kader ortaklığı dikkat çekici kuşkusuz. Gerçek karakterlerden söz etmişken, Marianne’ın çocuğu Jan’dan da söz edebiliriz. Gerçek adı Felix Ensslin bu karakterin ve çok küçükken terk edildiği için hiçbir anısının olmadığı annesinin radikalliğinden uzak kalarak, Yeşiller Partisi’ne yakın durmuş. Küçükken kendisinin neden olduğu bir kazada yüzünde ciddi yara izleri kalmış Felix’in ama nedense filmde bu olayı bir kaza olarak değil, annesinin terörist olması yüzünden uğradığı bir saldırı olarak görüyoruz; buna karşılık kazanın/saldırının yüzünde ciddi bir iz bırakmadığını söylüyor film. Anlaşılan film yaşananı olduğundan sert gösterirken, sonucunu ise olduğundan daha yumuşak göstermeyi tercih etmiş, özellikle birincisi tartışmaya açık bir şekilde.
Finalde teyzesine “Neden bomba atıyordu?” diye soruyor Jan ve her şeyi anlatmasını istiyor ondan. Trotta’nın filmi “her şey”i anlatmıyor ve bu mümkün değil de zaten. Taraf tutmak ve terörizmin kurbanlarının sesini duyurmamak gibi anlamsız bir eleştiri ile dahi karşılaşan film, terörizmin ve RAF örgütünün arkasında yatan tarihsel olgulara da eğilmiyor örneğin ki bu da eleştirilecek bir seçim değil. Trotta ciddi bir politik konunun bireyler ve aralarındaki ilişkiler üzerindeki etkisine eğilen sorumlu ve dürüst bir öykü anlatmayı seçmiş. Bergman’ın en iyiler arasına yerleştirdiği bu filmin yönetmeni olan ve sinemaya ilgisinin, kendisi için bir aydınlanma ânı olan Bergman’ın “Det Sjunde Inseglet” (Yedinci Mühür, 1957) filmini görmesi ile başladığını söyleyen Trotta’dan kesinlikle ilgiyi hak eden bir çalışma bu, özetlemek gerekirse.
(“Marianne & Juliane” – “The German Sisters” – “Kurşun Yıllar”)