Nuit et Brouillard – Alain Resnais (1956)

“Savaş uykuya yattı, ancak bir gözü daima açık”

İkinci Dünya Savaşı’nda Naziler tarafından kurulan toplama kamplarının savaşın bitiminden 10 yıl sonra anlatılan hikâyesi.

Metnini Fransız şair Jean Cayrol’un yazdığı, yönetmenliğini Alain Resnais’nin yaptığı bir Fransız belgeseli. Seslendirmesini bu yıl hayatını kaybeden Fransız oyuncu Michel Bouquet’nin yaptığı film arşivlerden derlenen siyah-beyaz filmlerle, Resnais’nin artık boş olan ama tüm korkunç anılarla birlikte ayakta suran kamplarda çektiği gerçek görüntüler birleştirilerek oluşturulmuş. Cayrol’un metni ve yönetmenin görüntüleri insanlığa sert bir uyarı havasını taşıyor ve insanın insana ne yapabileceğinin gerçek bir örneği üzerinden bu örneklerin her an tekrar yaşanabileceğinin altını çiziyor. Henüz izleri ve anıları çok taze olan bir insanlık suçunun mekânı olan kampların kapanmasının üzerinden bugün yetmiş yedi yıl geçmiş durumda ve o günden bu yana filmin uyarısının ne kadar haklı ve gerekli olduğunu gösteren pek çok yeni örnek yaşandı ve yaşanıyor dünyanın dört bir yanında. Resnais gerçeği tüm çıplaklığı ile ve sertlik konusunda en ufak bir çekingenlik göstermeden sergilerken, sorumlu bir sinemacının yapması gerektiği gibi görüntünün gücünü tam bir dürüstlükle ve çarpıcı bir biçimde değerlendiriyor. Sinema tarihinin mutlaka görülmesi gerekli yapıtlarından biri bu yarım saatlik belgesel.

Christian Petzold’un 2000 tarihli “Die Innere Sicherheit” adlı filminde bir lise öğretmenini öğrencilerine Resnais’nin bu filmini göstermeye çalışırken görürüz; ama genç öğrenciler tanığı olmaları istenen bu dehşet anlarına ilgisiz ve alaycı yaklaşırlar. O kadar “uzak” bir geçmişte yaşanan ve onlarla o kadar ilgisi olmayan bir konudur ki bu öğrenciler için… Bu sahne Resnais’nin filminin neden bugün de hâlâ aynı öneme sahip olduğunu gösteren örneklerden sadece biri. Günümüzde özellikle aşırı sağın, tamamen inkârdan kamplarda yaşananların abartıldığına uzanan farklı ret söylemleri ders almak konusunda insanlığın bir adım ileriye gitmediği/gidemediği konusunda iç karartıcı bir durumun göstergesi. Tam da bu nedenle işte, Resnais’nin filmi 1956’da ve henüz savaşın tüm acılarının izleri tazeyken sahip olduğundan daha çok önem taşıyor bugün.

Belgeselin metnini yazan Jean Cayrol Nazilerin Fransa’yı işgali sırasında direniş hareketine katılmış ve 1943’te yakalandığında bugün Avusturya topraklarında bulunan ve yaklaşık 35 bin kişinin hayatını kaybettiği bilinen Gusen’deki toplama kamplarından biri olan Mauthausen’e gönderilmiş. O tarihte 32 yaşında olan Cayrol gençliği nedeni ile kamptaki en ağır işlerde çalıştırılmış ve yaşam koşullarının ağırlığı nedeni ile yemeyi ret ederek ölmeye çalışmış ama tarihe “Guben Azizi” adı ile geçen ve kendisi de kampta bir mahkûm olan Avusturyalı katolik rahip Johann Gruber’in yardımları ile hayatta kalabilmiş. Gruber bir süre sonra Alman askerlerin elinde işkencede hayatını kaybederken, Cayrol Mauthausen’de yaşadıklarını “Poèmes de La Nuit et du Brouillard” (Gece ve Sis Şiirleri) adlı kitabı ile şiirleştirmiş. Cayrol kitabının adını Himmler’in 1941’de çıkardığı ve işgal edilen yerlerdeki politik eylemcilerin ve direnişçilerin kamplara gönderilerek ortadan kaldırılmaları (“gece ve sise karışmaları”) hakkındaki kararnameden (“Nacht und Nebel – Gece ve Sis) almış ve bu isim önce şiire, sonra da Resnais’nin filmine taşınmış. Cayrol de şiirlerinin bir bakıma belgesel karşılığı olan bu filmin metnini yazmış on yıl sonra. Alain Resnais’nin, filmi yaparken tek amacı soykırımın kamplardaki izlerini takip etmek değil; Fransız sinemacı o sıralarda örneğin Cezayir’de yaşananların da benzer suçlara uzanması endişesini taşıyormuş filmi yaparken.

Belgeselin müzikleri Avusturyalı Hanns Eisler’ın imzasını taşıyor. Nazi baskısı nedeni ile ABD’ye sürgüne giden Eisler orada da savaş sonrasındaki “komünist avı”nın kurbanlarından birisi olarak sınır dışı edilince (“Müziğin Karl Marx’ı” deniyormuş hakkında) önce Çekoslavakya’ya, sonra da Doğu Almanya’ya gitmek zorunda kalmış. Brecht ile yaptığı iş birlikleri ve Doğu Almanya’nın milli marşını yazmış olması ile hatırlanan Eisler’ın hayatı ve politik kimliğinin, tıpkı Jean Cayrol’unki gibi onun film için neden uygun bir seçim olduğunu gösterdiğini ve filmin yaratıcılarının (Resnais’nin 1945 yılında orduya katılarak müttefiklerle birlikte bir süre Almanya ve Avusturya’da görev yaptığını, belgeseli seslendiren Bouquet’nin babasının savaş esiri olduğunu ve filmin yapımcısı Anatole Dauman’ın Paris’i işgal eden Almanların Champs-Élysées’de yaptığı geçit töreninden sonra direniş kuvvetlerine katıldığını hatırlatalım) bir bakıma kendi tecrübelerini filme yansıttığını söyleyebiliriz rahatlıkla.

Fransız tarihçiler Olga Wormser ve Henri Michel’in (yine Fransız direniş örgütleri içinde yer almış bir isim) danışmanlığını yaptığı ve yardımcı yönetmenlerinden birinin ünlü Fransız sinemacı Chris Marker olduğu belgesel, toplama kamplarını çevreleyen dikenli telleri tarayan kameranın görüntüsü ile açılıyor ve Michel Bouquet’nin seslendirdiği şu sözleri duyuyoruz: “Kanlar kurudu, diller sustu. O blokların tek ziyaretçisi artık sadece kameralar… Bir zamanlar o mahkûmların yürüdüğü patikaları tuhaf otlar bürümüş. Elektrik hatlarında cereyan yok, kendi ayak sesimizden başka ses yok”. Resnais Alman ordusunun geçit töreninin kısa görüntülerinden sonra asıl konusuna ve kamplara gönderilmek üzere toplananlarla ilgili arşiv görüntülerine geçiyor. Ardından da paralel olarak kampların bugünkü hâlini (orada yaşananları bilmeseniz, kırlık alandaki masum yapılar olarak görebilirsiniz bu kampları) ve gerçek görüntülerle sergilenen dehşet manzaralarını gösteriyor film. Oldukça sert görüntüler seçilmiş ama yine de film “Biz sadece yüzeysel olanı gösterebiliriz” diyerek gerçeğin gördüğümüzden çok daha korkunç olduğunu hatırlatmayı ihmal etmiyor.

Metin zaman zaman fazla doğrudan görünebilir (Savaş sonrası yürütülen yargılama görüntüleri eşliğinde duyduğumuz şu cümleler örneğin: “”Ben sorumlu değilim”, diyor kapo (toplama kamplarında genellikle âdi suçlular arasından seçilen ve Almanlar adına çalışan mahkûmlar); “Ben sorumlu değilim”, diyor subay. “Ben sorumlu değilim”. O zaman kim sorumlu?”) ama savaşın sona ermesinin üzerinden o tarihte sadece on yıl geçmiş olduğunu hatırlamak gerekiyor. Her tutsağı birbirine benzeten (“En sonunda her mahkûm birbirine benziyor. Yaşı belirsiz hâle geliyor ve gözleri açık olarak ölüyorlar”) dehşet evlerinin gerçek görüntüleri yeterince güçlü aslında ama Jean Cayrol’un metninin ek bir güç kattığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Bilim kurgu yazarı William Gibson’ın “Zaman ve hafıza ters yönlerde hareket eder”) ve kendisi de bir yıl kaldığı toplama kampında annesi ve küçük kız kardeşini kaybeden Amerikalı yazar Eli Wiesel’in “Hafıza olmadan, kültür olmaz. Hafıza olmadan, uygarlık, toplum ve gelecek olmaz” sözlerinin gereğini yapıyor Resnais ve bu filmle bir hafıza kaydı yaratıyor zamanın unutturucu gücüne karşı.

Her ikisi de Polonya’da olan Auschwitz ve Majdanek toplama kamplarında 1955 yılında gerçekleştirmiş çekimleri Resnais ve film Fransa’daki Alman elçiliğinin durdurma çabalarına rağmen ve kamplarda kalmış olan mahkûmların desteği ile Cannes’da gösterilebilmiş. Fransız sansürü de bazı sahnelere (Nazilerle işbirliği yapan Vichy hükümetinin görevlilerinin ve toplu mezarların göründüğü sahneler) karşı çıkmış ama film ufak bir sansür dışında seyirci karşısına çıkabilmiş yine de. Gösterime girdiğinde çok beğenilen ve François Truffaut tarafından “Bugüne kadar yapılmış en iyi film” olarak övülen yapıt İsrail’de ise bazı kesimlerin, Resnais’nin kamplarda olanlara Yahudilere odaklanmadan bakması yüzünden eleştirisine uğramış. Filmin sanat ve sanatçılar üzerindeki etkisi ilk günden bu yana hep devam etmiş: Örneğin Alan J. Pakula, William Styron’un aynı adlı kitabından uyarladığı “Sophie’s Choice” (Sophie’nin Seçimi) filmini yaparken, Resnais’in filmini derin bir şekilde analiz ettiğini söylüyor; Sight and Sound dergisinin 2014’te sinemacılar ve eleştirmenler arasında düzenlediği ankette film tüm zamanların en iyi dördüncü belgeseli seçilmiş; Japon sinemacı Nagisha Ôshima ülkesindeki sosyalist öğrenci hareketlerine eğilen filminin (1960 tarihli “Nihon No Yoru To Kiri“) adını Resnais’nin görmediği ama hakkında çok okuduğu filminden almış.

Resnais, Michel Bouquet’nin nötr bir sesle konuşmasını istemiş ve seslendirmenin herhangi bir duygusal provokasyondan uzak durmasını sağlamış. Görüntülerin yeterince “kışkırtıcı” olduğu bir film için doğru bir seçim bu elbette ve bir belgesel için en önemli işlevlerden biri olan hatırlatmayı kesinlikle başarmış olması ile mutlaka görülmesi gerekli bir çalışma.

(“Night and Fog” – “Gece ve Sis”)

(Visited 150 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir