Un Autre Monde – Stéphane Brizé (2021)

“Şanslıyım; çünkü teklifinizi kabul edebileceğimi düşünmeniz sayesinde, sizin ve kuşkusuz diğer pek çoğunun gözünde nasıl bir adama dönüştüğümü anlayabildim: rezil bir adam”

Uluslararası bir şirkette yönetici olan bir adamın, bir yandan ailesindeki sorunlarla boğuşurken diğer taraftan da şirketin kadro küçültme baskısı ile karşılaşmasının hikâyesi.

Senaryosu Stéphane Brizé ve Olivier Gorce tarafından yazılan, yönetmenliğini Brizé’nin yaptığı bir Fransız filmi. Başrolde Vincent Lindon’a yer verdiği ve iş/emek dünyasını konu alan üç filmden kronolojik olarak sonuncusu olan yapıt, Venedik’te Altın Aslan için yarışan, Lindon başta olmak üzere tüm kadronun güçlü performanslar verdiği, Brizé’nin karakterlerine her zamanki özen ve dürüstlüğü ile yaklaştığı başarılı ve ilginç bir çalışma. Modern iş dünyasında bir yöneticinin, özel yaşamındaki önemli sorunların ortasında iş hayatında karşı karşıya kaldığı ve kapitalist bir düzenin doğal sonucu olan bir sorunla da baş etmeye çalışmasını anlatan Brizé çok önemli bir temayı getiriyor karşımıza: içinde yaşadığımız toplumsal ve ekonomik düzende ahlakî değerlerimizi korumanın imkânsızlığı. Meselesini -genellikle- büyük sözler etmeden anlatan film emek ve sermaye çatışmasını da çağrıştıran öyküsü ve Lindon’un mükemmel performansı ile, mutlaka görülmesi gerekli bir yapıt.

Fransız sinemasının iki önemli ismi, yönetmen Stéphane Brizé ve oyuncu Vincent Lindon bugüne kadar iş yaşamına odaklanan üç film çektiler birlikte: 2015 tarihli “La Loi du Marché” (İnsanın Değeri), 2018 yapımı “En Guerre” (Savaşta) ve 2022 tarihli “Un Autre Monde” (Başka Bir Dünya). Filmleri bir üçleme olarak düşünmediğini ve birinin bir sonrakine ilham olduğunu söyleyen Brizé bu üç yapıtın da senaryosunu Olivier Gorce ile birlikte yazmış ve “tükenmişlik sendromu” yaşayanlarla yaptığı görüşmelerden de yararlanmış öyküsünü oluştururken. Dünya Sağlık Örgütü, hastalıkları sınıflandırdığı ICD raporunun şimdilik sonuncusu olan on birincisinde bu sendromu şöyle tanımlamış: “Kronikleşen ve iyi yönetilemeyen iş yeri stresinden kaynaklanan bu sendromun üç boyutu vardır: enerji tükenmişliği ve bitkinlik, yapılan işten zihinsel olarak uzak hissetme duygusunun artması veya işe karşı sinizme varan olumsuz duygular beslemek, ve profesyonel verimliliğin/becerinin azalması”. Performans baskısı, işsiz kalma endişesi ve mutlaka ve her zaman başarılı olma arzusu gibi unsurların neden olduğu aşırı çalışmanın sonucu oluşuyor bu sendrom ama modern iş hayatında beyazyakalıların sıklıkla karşı karşıya kaldığı ve artık sıradanlaşan bir sorun. Kapitalizm ve neo-liberalizmin, sorunun kökeninin yaşadığımız düzende yattığını göz ardı ederek, “Stres altında çalışma eğitimi” gibi yine paraya dönüştürebileceği araçlarla “çözüm bulduğu” bu problemin kurbanlarından biri öykümüzün kahramanı Philippe (Vincent Lindon). İlk görüntüde kameranın taradığı mutlu aile fotoğraflarının aksine evliliği bitme noktasındadır; 7 yıl önce aldığı terfiden sonra çok daha fazla artan çalışma temposu, onları boşanmanın aşamasına getirmiştir eşine göre.

Açılış sahnesinde onu ve eşi Anne’i (Sandrine Kiberlain) avukatları ile birlikte mal paylaşımı görüşmesinde görüyoruz. Sevgi, güven ve saygı üzerine kurulan (ya da öyle olması gereken) evlilik kurumunun sonunun bu kavramların tam zıtlarının hâkim olduğu bir görüşmede tartışılıyor olması bireysel bir problemi gösteriyor gibi olsa da, tıpkı Philippe’in iş yaşamındaki gibi çok daha genel bir durumun görüntüsü tanık olduğumuz. Eşinin avukatına göre, aile hayatları son yedi yıldır bir cehennem gibidir ve bunun tek nedeni, adamın işteki sıkıntılarını eve taşımış olmasıdır. İşte o sorunlardan biri tam da o günlerde büyük bir yük yaratmaktadır Philippe üzerinde. Çalıştığı bir büyük grup şirketi, başka ülkelerde olduğu gibi Fransa’daki şubelerinde de personelin %10 azaltılması kararını almıştır ve işten çıkarılacakları belirleme/belirletme onun sorumluluğundadır. Sermayenin (ya da onu temsil edenlerin) acımasızlığının filmdeki ilk örneklerinden biri bu konunun konuşulduğu ilk toplantıda çıkıyor karşımıza: çalışan sayısı %10 azaltılacaktır ama işten çıkartma maliyetlerine rağmen bunun kârlılığın kısa vadede bile hiç düşmeyecek şekilde yapılması gerekmektedir. Sekiz hafta süresi vardır Philippe ve arkadaşlarının, ve bunun ve boşanmanın stresi yetmezmiş gibi, iki çocuğundan küçük olanı Lucas (Anthony Bajon) önemli bir sağlık problemi yaşamaktadır. Bundan sonra izlediğimiz, tükenmişliğin her boyutuna maruz kalan Philippe’in tüm bu ağır yüklerin altında ezilip kalmamak, bir yandan da iş ve özel yaşamındaki iki büyük soruna bir çözüm bulma çabasının öyküsü olacaktır.

Açılıştaki mal paylaşımı sahnesinden başlayarak, Brizé hemen tüm sahneleri, örneğin benzer bir öykü anlatan bir Hollywood filminde göreceğimizden daha uzun tutuyor ve zaman zaman doğaçlama havası yaratan (ki bu havada, kamera çalışmasının ve kurgunun da önemli birer payı var) diyalogları, kameranın bazen sabit kalarak kendisini hiç hissettirmeyen kullanımı ve oyunculukların sahiciliği ve doğallığı ile karşımıza gerçek bir öykü getiriyor sanki. İş yerinde geçen tüm sahnelerde bir belgesel seyrettiğiniz düşüncesine kapılabilirsiniz bu tercihler sayesinde ki o beyazyakalı dünyasına uzak olanlara bile yeterli ve gerekli bilgiyi sağlıyor gösterilenler. Üretim baskısı yüzünden güvenlik sistemini devreden çıkararak çalışmak zorunda hissedenler veya kurumsal şirketlerin hayatlarındaki “biz bir aileyiz” söylemlerinin arkasındaki ikiyüzlülüğün güçlü delilleri olarak gösterebileceğimiz örnekler gibi farklı unsurları ile film, seyrettiğimizin dünyanın pek çok yerinde yaşanan “sıradan” gerçekler olduğunu unutmamamızı sağlıyor. Kimin işten çıkarılacağının tartışıldığı toplantıda bir yöneticinin acımasız bir profesyonellikle sorduğu, “Bugün bir tren kazasında çalışanlardan biri ölecek olsa, bu kim olmamalı?” sorusu bir yoruma ihtiyaç duyurmayacak kadar çok şey söylüyor bu dünya hakkında.

Görüntü yönetmeni Eric Dumont’un, önemli bir kısmı iç mekânlarda geçen sahnelerde başta Philippe olmak üzere karakterlerin sıkışmışlık (bu duygunun nedeninin içinde yaşadıkları koşulları yaratan düzen olduğunu düşününce, sıkıştırılmışlık daha doğru bir sözcük aslında) duygusunu özenle sergileyen ve soğuk renklerin öne çıktığı çalışmasının dikkat çektiği yapıtta Lucas’ın rahatsızlığının öykünün odak noktalarından biri olarak kullanılması dikkat çekiyor. Yüzeysel bir bakışla bunu, Philiippe’in içinde bulunduğu durumu daha da güçleştiren ve filme zorlama bir duygusallık katma amacı ile yaratılan bir öğe olarak görmek mümkün. Ne var ki bu tür bir yorum senaryoya haksızılık etmek olur; çünkü dikkatli bakıldığında iki ayrı ve önemli işlevi var bu meselenin: Lucas nedeni ile yaşanan sıkıntı, Philippe’in “en kötüsüne hazır olmak”tan kaynaklanan bir cesarete sahip olmasına giden yolu açıyor ve bu bağlamda bakıldığında, finaldeki eylemi de destekliyor. Oğlanın kaldığı hastanedeki tedavi sürecinin bir parçası olan “bir partnerle eşgüdüm içinde hareket ederek bir kuklayı yürütme” oyununu ise bir metafor olarak görebiliriz. Kuklanın düşmemesi ve yürüyüşünü sürdürebilmesi için, iki ayrı kişinin mutlak bir denge içinde birlikte hareket etmeleri gerekiyor bu oyunda; Philippe’in hayatında ise bu dengeye sahip olması gerekenler iş ve özel yaşamları onun. Tekrarlamak gerekirse, film buradaki eleştirisini toplumsal bir boyuta taşımak için özel bir çaba sarf etmiyor ve politik olmaya çalışmıyor ama anlatılanın evrenselliğinin açıklığı buna gerek de duyurmuyor. Kaldı ki politik bir bakışa yönlendiren unsurları kesinlikle var öykünün. Hikâyenin kahramanının işten çıkarmaları önleyebilmek için teklif ettiği fedakârlığın düzenin sahipleri tarafından “Amacımız sadece maliyetleri azaltmak değil, kârlılığı artırmak için ne gerekiyorsa yapmaya hazır olduğumuzu hissedarlarımıza göstermek” gerekçesi ile ret edilmesi, düzenin naif bakışlarla tedavi edilemeyeceğini net bir şekilde anlatıyor örneğin.

Kapanış jeneriği boyunca dinlediğimiz ve Anne Sylvestre’in seslendirdiği “Les Gens Qui Doutent” (Kuşkulanan İnsanlar) şarkısı, adı ve bir dizesi (“Merci pour la tendresse” (Şefkat için teşekkürler)) ile doğru ve incelikli bir seçim olduğunu gösteriyor. Yaşadıkları düzene ve bu düzenin onları ittiği noktalara kuşku ile yaklaşan insanlara ve bu insanların şefkatli ve vicdan sahibi olmasına ihtiyacımız var çünkü. Stéphane Brizé de öyküsüne ve karakterlerine işte bu duygu ile yaklaşıyor filmografisinin pek çok örneğinde olduğu gibi. Maximin Marchand’ın seslendirdiği ve Camille Rocailleux’nun imzasını taşıyan melodilerin güçlü bir hüzün de kattığı çalışmanın adı (Türkçesi ile, “Başka Bir Dünya”) bu dünyanın ve düzenin değişmesi gerektiğini söylerken, filmin kendisi liberalizmin (ve kapitalizmin) işleyişini ifşa ederek önemli bir işlev yükleniyor ve ortaya görülmesi gerekli bir sinema eseri çıkıyor. İngiliz sinemacı Ken Loach’un -ne iyi ki- ısrarla anlattığı bir dünyaya Fransa’dan sağlam bir eleştirel katkı getiren filmde Vincent Lindon, Sandrine Kiberlain ve genç oyuncu Anthony Bajon’un başarılı ve sade performanslarına eşlik eden, başta Marie Drucker olmak üzere tüm kadronun da takdiri hak ettiği film sonlara doğru sesini biraz gereksiz yükseltse de, kesinlikle önemli bir yapıt.

(“Another World” – “Başka Bir Dünya”)

(Visited 5 times, 5 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir