En Guerre – Stéphane Brizé (2018)

“Hissedarlar asla yetinmesini bilmiyor, kazandıkları onlara asla yetmiyor. Kazançlarını artırmak için ne mi yapıyorlar? Cevabı basit: Fabrikayı kapatıp, işçi ücretlerinin 5 kat daha az olduğu Romanya’da grubun başka bir fabrikasına taşıyorlar. Size bir sorum var: Biz ne olacağız, ne olacak bize? İşçilere ne olacak?”

İşverenin, çeşitli haklarından vazgeçmeleri koşulu ile fabrikanın açık kalacağını taahhüt ettiği işçilerin bu sözün tutulmaması üzerine başlattıkları mücadelenin hikâyesi.

Senaryosunu Ralph Blindauer, Olivier Lemaire ve sendikacı Xavier Mathieu’nun katkıları ile Stéphane Brizé ve Olivier Gorce’un yazdığı, yönetmenliğini Brizé’nin yaptığı bir Fransız filmi. Fransız sendikacı Édouard Martin’den esinlenerek yaratılan ve hikâyedeki direnişin liderliğini yapan Laurent karakterini canlandıran Vincent Lindon dışındaki oyuncuların amatör olduğu ve oyuncuların konuşmalarını çoğunlukla doğaçlama gerçekleştirdikleri yapıt Brizé’nin favori oyuncusu Lindon ile yaptığı bugüne kadarki beşinci iş birliğinin dördüncü örneği olmuştu. Hedeflediği gerçekçiliği çarpıcı bir şekilde yakalayan, dürüst bir belgeselin tarafsızlığı ile sınıf çatışmasının güçlü bir örneğini veren ve Cannes’da Altın Palmiye için yarışan yapıt günümüz sinemasının ihmal ettiği bir türü ve insanları, politik filmleri ve işçi sınıfını gündemine alması ile de ilgiyi hak eden, önemli bir yapıt.

Alman oyun yazarı ve şair Bertolt Brecht’ten bir alıntı ile açılıyor film: “Savaşanlar kaybedebilir, savaşmayanlarsa baştan kaybetmiştir. Brizé’nin hikâyesinin bağlamı ve olay örgüsü düşünüldüğünde, çok doğru bir seçim olmuş bu alıntı. Laurent’ın işçi arkadaşları ile direnişe geçtiği fabrika Fransa’da faaliyet gösteriyor olsa da, sahibinin bir Alman grubu olması ve Brecht’in politik duruşu da bu seçimi doğruluyor. Filme verilen ismin de vurguladığı gibi bir savaşı, işçi sınıfı ile patronlar arasındaki bir savaşı anlatıyor Brizé, Brecht’ten yola çıktığı çalışmasında. Bunu yaparken de, bir Alman grubunun Fransa’da fason üretim yapan bir fabrikasındaki işçilerin sadece işverenlerine değil, içinde yaşadıkları ekonomik düzene karşı da verdikleri bir mücadeleyi mercek altına alıyor. İki yıl önce işçilere, herhangi bir ücret artışı talep etmemeleri, primlerinden vazgeçmeleri ve daha fazla çalışmayı kabul etmeleri şartı ile, “rekabet yüzünden” zor durumda olduğu söylenen fabrikanın en az beş yıl daha açık kalacağı sözü verilmiştir ama iki yılın sonunda kapanma haberi tebliğ edilir. Bu haber direnişi başlatır ve fabrikayı işgal ederek stokların dışarı çıkarılmasına izin vermeyen işçiler mahkemeye başvurmaktan belediyeden yardım talep etmeye, cumhurbaşkanından destek istemekten Alman patronlarla görüşmeye çalışmaya kadar her yolu denerler. Patronların “rekabet edemiyoruz” gerekçesini ret eden sendika, işçilerin iki yıl boyunca yaptığı fedakârlığın malî karşılığını dile getirerek, asıl niyetin fabrikayı emek gücünün ucuz olduğu Romanya’yı taşımak olduğunu öne sürmektedirler. İşveren temsilcisi ise zarar etmediklerini kabul etmekle birlikte, hedefleri olan %7 kâra ulaşılamadığını ve bu oranın %3,3’te kaldığını belirterek kapanmanın kaçınılmaz olduğunda ısrar etmektedir.

Günümüz dünyasında (ve bizde de) sömürünün, zulmün ve kandırmanın en etkili araçlarından biri oldu “Hepimiz aynı gemideyiz” söylemi. Burada da şirket çıkarların ortak olduğunu bu cümle ile arsızca iddia ederken, sendikadan net ve kesin bir “Hayır, değiliz” cevabı alıyor. Aslında bir bakıma gerçekten de aynı gemideyiz ama kimileri kaptan köşkünün keyfini sürerken, diğerleri sonu gelmeyecek bir kürek mahkûmu olarak o gemiyi su üzerinde tutuyorlar ve seyrettiğimiz hikâye de kaptan ve onun mahkûmları kürek çekmeye devam etmeleri için kırbaçlayan adamları ile kölelerin mücadelesini anlatıyor. Stéphane Brizé bu hikâyeyi görselleştirirken zaman zaman haber filmi havası da taşıyan bir dil kurmayı seçmiş ve tam bir belgeselci tutumunu benimsemiş. Örneğin açılıştaki yaklaşık 6 dakika süren işveren ve işçi toplantısını tüm detayı ile, elde kullanılan hareketli bir kamera ile görüntülüyor Brizé. Sokaktaki gösteri ve şirketin merkezinde işçilerle polisin karşı karşıya geldiği sahnelerde de güçlü örnekleri verilen bu yaklaşımı müziğin kullanım şekli ile daha da güçlü kılmış yönetmen. Bertrand Blessing imzalı müzikler bazen sesler tamamen kısılarak, görselliği destekleyen tek işitsel unsur oluyor, bazen de sahnelerin “savaş” ve tedirginlik havasına gittikçe artan bir tempo ile eşlik ediyor.

Stéphane Brizé’nin sinema dili adeta gerçekten yaşanmakta olan bir mücadeleye tanıklık etmekte olduğumuz duygusunu yaratacak şekilde kurulmuş. Zaman zaman karşımıza çıkan “televizyon haberleri” veya o havayı taşıyan kamera kullanımı öyküyü gerçek kılıyor ve benzer öykülerin dünyanın pek çok yerinde gerçekten de yaşandığını ya da yaşanmakta olduğunu bilmek de bu gerçekliği daha da güçlü kılıyor. Kamera “savaş”ın her zaman bir tarafından bakıyor olsa da yaşananlara, iki tarafın da düşüncelerini ve çıkarlarını savunmalarını detayları atlamadan aktarabiliyor film ve bu da değerini artırıyor. Amatör oyuncularla, çoğu doğaçlama diyaloglarla ve tüm o kalabalık sahnelerin ustaca yakalanmış koreografileri ile ulaşılan gerçekçilik, özetle filmin en önemli kozlarından biri oluyor ve adeta bir aksiyon filmi izlercesine, hikâyenin su gibi akıp gitmesini sağlıyor.

İşçi sınıfının aksine, işverenlerin ortak çıkarlarını korumak için kolayca kenetlenebildiğini hatırlatan yapıt, “Hissedarların kârlarının hesaplanmasındaki değişkenlerden birine, şirketin keyfi bir şekilde bir kenara atabileceği bir piyona indirgenmeye” itiraz edenlerin mücadelesini anlatıyor temel olarak. The Guardian’da yazan eleştirmen Peter Bradshaw filmi hiç beğenmemiş ve seyrettiğini “Oyuncuların birbirlerinin yüzlerine doğaçlama bir şekilde bağırmaları” olarak tanımlamış. İçinde yaşadığımız dünyada, emekçilerin öfkelenmekten, bağırmaktan başka mücadele yolu olmadığını ve Brizé’nin hikâyenin hiçbir anında bir politik manifesto tuzağına düşmeden ve mesaj verme kaygısına kapılmadan meselesini ele alabildiğini düşününce, Bradshaw’ın tanımlaması bir övgü olarak görülmeli aslında. Tek profesyonel oyuncusu olan Vincent Lindon’un tıpkı canlandırdığı karakter gibi, kendisini ille de öne çıkarmaya gayret etmeden ve ustalıklı bir şekilde liderliğini üstlendiği oyuncu kadrosunun hayli başarılı olduğu film, 2015’te çektiği “La Loi du Marché” (İnsanın Değeri) adlı başarılı yapıtında da olduğu gibi yine işçi sınıfına odaklanan Brizé’nin bu sınıfın öykülerini anlatan -ve sayıları ne yazık ki kısıtlı- ustalardan biri olduğunu da gösteriyor bize. “Provokatif ve manipülatif” final (ki çok da gerekli görünmeyen hastane ziyareti sahnesi, bu finale duygusal hazırlık olarak görülebilir) bazı eleştirmenlerin burun kıvırmasına neden olsa da, öfkenin dışavurumu olan güçlü ama bir o kadar da kırılgan çığlığın sembolü olarak dikkat çekiyor. Görüntü yönetmeni Eric Dumont’un filmin biçimsel tercihleri göz önüne alındığında kesinlikle zor olduğu görülecek bir görevin altından başarı ile kalktığı ve Bertrand Blessing’in zaman zaman elektronik havalı müzikleri ile tuhaf bir çekicilik kattığı film “savaşan” / “savaşmayı arzu eden” herkesin görmesi gereken bir yapıt öncelikle ama sinema değeri ile de kesinlikle ilgiyi hak ediyor.

(“At War” – “Savaşta”)

La Loi du Marché – Stéphane Brizé (2015)

la-loi-du-marche“Hayır, daireler çizip duruyormuşum gibi hissediyorum. Harekete geçmenin vakti artık”

On sekiz aydır işsiz olan bir adamın yeni bir iş arayışı ve ailesini geçindirme çabasının hikâyesi.

Yönetmen Stéphane Brizé ve oyuncu Vincent Lindon’u üçüncü kez bir araya getiren bir Fransız filmi. Brizé’nin Olivier Gorce ile birlikte yazdığı senaryo işçi sınıfının sıradan bir üyesinin sıradan yaşamı üzerinden filmin Fransızca adı ile piyasanın kanununu, İngilizce adı ile bir bireyin kapitalizmin egemen olduğu bir toplumda değerinin ne olduğunu anlatıyor bize. Sakin bir dil, sosyal gerçekçi diye tanımlanabilecek bir tür, zaman zaman belgesel doğallığı ve başroldeki Vincent Lindon’un mükemmel performansı ile bunu çarpıcı bir şekilde yapıyor film. Lindon o denli olağanüstü bir performans ile oynuyor ki filmin nerede ise tamamen onun üzerine kurulmuş olmasını asla yadırgamıyor ve çağdaş dünyada sistemin ezdiği bireylerin temsilcisi kabul edebileceğimiz bir karakteri ondan başkası canlandıramazdı diye düşünüyorsunuz.

Diğer ödüllerin yanısıra Cannes ve César’da da en iyi erkek oyuncu ödülünü almış bu filmdeki performansı ile Vincent Lindon. Yönetmen Brizé ile daha önceki iki işbirliğinde olduğu gibi (2009 yapımı “Mademoiselle Chambon” ve 2012 tarihli “Quelques Heures de Printemps”) yine muhteşem bir sadelik, elle tutulur bir gerçekçilikle adeta kendini oynuyor; aslında oynuyor kelimesinin yanlış tanımlayacağı bir performansı var sanatçının. Lindon yaşıyor karakterini ve kameranın yüzünden uzun süreler boyunca ayrılmadığı sahnelerde bir an bile kaybolmayan konsantrasyonu ile getiriyor onu önümüze. Bir belgesel çekiminde karakterleri nasıl olduğu gibi ve doğal ortamlarında yakalamaya çalışırsa bir yönetmen burada da Brizé öyle yaklaşmış Lindon’a ve ona adeta kendin ol demiş. Ortaya çıkan sonuç ise tek kelime ile dört dörtlük. Bir oyuncunun bu denli ekonomik oynayıp bu denli etkileyici olabilmesini görmeden anlamak mümkün değil açıkçası.

Daha ilk sahnede film tercihlerini seyircinin önüne koyuyor: Uzun planlar, doğallık ve Lindon’un yarattığı büyü ile sıradan insanları seyredeceğimizi anlıyoruz. Uzun süredir işsiz bir adam sessiz bir isyanı içinde yaşarken kendi doğruları ile bir çıkış yolu arıyor kendisi ve ailesi için. Başlardaki bir sahnede arkadaşlarının tüm işten çıkarılanlar olarak birlikte yasal haklarının peşine düşme önerisini artık bu mücadeleden yorulduğu gerekçesi ile ret ediyor ve sadece kendi çözümüne, iş arayışına odaklanmak istediğini söylüyor. Evet, bir kahraman değil bu karakter ya da en azından sinemanın bize dikte etmeye çalıştığı ölçüler içinde bir kahraman değil. İş yaşamının tuzakları, işçiyi sömürmek üzerine tasarlanmış kuralları, bireylerin kimliksizleştirildiği ve kişiliksizleştirildiği düzeni içinde bir yol bulmaya çalışan biri sadece o. Senaryo tüm bunları tek bir anında bile bir vurguya ihtiyaç duymadan anlatıyor bize; kendisini filme bırakan birinin sık sık içini acıtacak sahneleri tüm sadeliği ile karşımıza getirerek yapıyor bunu üstelik. Skype üzerinden yapılan bir iş görüşmesinde önceki işinden unvan ve ücret olarak daha alt seviyedeki bir işe razı olurken karşısındakinin birbiri ardından gelen “alçaltıcı” teklif ve sorularını sessiz bir itaat ile karşılırken aslında ne hissediyor olabileceğini düşünmeden edemiyorsunuz. Sonunda bulduğu işte (bir süpermarkette güvenlik görevlisi olarak hem müşterilerin hem çalışanların hırsızlığına karşı uyanık olması gerektiren bir iş bu) onun ve onun aracılığı ile bizim tanık olduklarımız ise oturup dünyanın hali üzerine uzun uzun dertlenmemizi gerektirecek düzeyde. İnsanların onurlarını rahatça kaybedildiği ama anlaşılan düzenin de zaten bunu doğal kıldığı hayatlarımız var diyor hikâye bize. Finalde kahramanımızın gösterdiği tepki elbette bireysel bir tepki olarak sistemin duvarlarını aşacak boyutta değil veya bırakın aşmayı o duvarları inşa edenlerin hissedeceği bir tepki bile değil. Ne başlardaki toplu tepki girişimi ne de sonraki bu bireysel tepki bir sonuç üretebilecek diyor film bize; evet, umutsuz belki ama gerçekçi de öte yandan. Yine de adamın bu son tepkisinin insan onuru için bir umut kaynağı olduğunu ve toptan bir umutsuzluğa kapılmamak için ne olursa olsun bir neden olduğunu da düşünmek mümkün.

Başta adamın karısını oynayan Karine de Mirbeck ve özürlü oğlu rolündeki -gerçek hayatta da özürlü olan- Matthieu Schaller olmak üzere filmin kadrosunun büyük kısmında ilk kez bir filmde rol alan isimler var. Yönetmen Brizé belgesele yakın dili ile bu kadrodan ustalıkla yararlanmış; üstelik çoğu uzun planlardan oluşan sahnelerde bunu başarması elbette hayli önemli. Bu başarıyı taçlandıran ise Lindon’ın profesyonelliğinin diğer oyuncuların amatörlüğü içinde asla sırıtmıyor olması. Onlar ne kadar gerçekse Lindon da o kadar gerçek. Marketteki hırsızlık olayları ile ilgili sahnelerden kredi için bankacı ile yapılan görüşmelere (ki bankadaki görüşmeler sistemin bireyi kendisine mahkum ederken onu tüm mahremiyeti ile birlikte nasıl nasıl parça parça ettiğini o denli sade bir güçle anlatıyor ki içiniz kıyılıyor gerçekten) ailenin sofrada yemek yerken yaptıkları sohbetten adamın eşi ile yaptığı dansa kadar gerçekçilikten hiç taviz vermeyen filmin başarısında oyuncularının bu doğallığının da büyük payı var kuşkusuz.

Popüler sinemanın içimize işlediği “şimdi bir şey olacak” duygusunu her anında boşa çıkaran filmin son anlarında ilk kez çalınan Anne Klotz imzalı müziği, çoğunlukla el kamerası kullanılmasının yarattığı tedirginlik duygusu, görüntü yönetmeni Eric Dumont’un Lindon’u birden fazla kişi ile beraber olduğu sahnelerde görüntünün hep en kenarına koyarak adeta onun yalnızlığını vurgulayan ve bir yandan dans sahnesindeki gibi canlı görünmeyi başarırken diğer yandan bir kıstırılmışlık duygusunu da hissettiren çerçeveleri ve Brizé’nin insan hikâyeleri anlatmaktaki sade ustalığı ile görülmesi gerekli bir film bu. Adamın eşinin yer aldığı onca sahneye rağmen bir parça silik kalması gibi bir kusuru olsa da Lindon’un bir eleştirmenin çok doğru bir ifade ile söylediği gibi “kalp kıran” performansı zaten kendi başına filmi görmek için gerekli nedeni tek başına yaratıyor.

(“The Measure of a Man” – “İnsanın Değeri”)

2013 Festival Notları 1

Quelques Heures de Printemps (Bir Yudum Bahar) – Stéphane Brizé : Fransız yönetmen Brizé 2009’daki mükemmel “Mademoiselle Chambon” adlı çalışmasından sonra bir kez daha yüreklere ve akla dokunan bir film çekmiş. Yine Vincent Lindon’un başrolde olduğu ve kendisine Hélène Vincent ve Emmanuelle Seigner’in başarı ile eşlik ettiği filmde Brizé bir kez daha büyük sözler etmeden, gerçekçi karakterlerin gerçek hayatları yaşadıkları bir hikâye ile anne ile oğlu arasındaki uzlaşılamayan ilişkiyi ötenazi olgusunu da içine katarak anlatıyor. Son bölüm bir parça odağı gereksiz bir şekilde başka bir alana kaydırsa da film doğallığı ile çarpıyor seyredeni. Her bir cümlenin nerede ise kusursuz olduğu bir senaryo, başarılı oyunculuklar ve sakin ve has bir sinema tadı veren mizanseni ile Brizé yine mükemmele yakın bir iş çıkarmış. Sinemanın süslenmiş, çarpıtılmış, bir ürüne dönüştürülmüş olanları değil gerçek karakterleri, insanları ilgi alanına aldığında nasıl etkili olabildiğini bir kez daha kanıtlayan, kaçırılmaması gerekli bir film.
(“A Few Hours of Spring”)

7 Cajas (7 Kasa) – Juan Carlos Maneglia / Tana Schembori : Paraguay sinemasından eğlenceli, gerilimli, hızlı ve seyre kesinlikle değer bir film. Kalabalık bir çarşı içinde, daha doğrusu bir pazar yerinde geçen film tek amacı “televizyon ekranında görünmek” ve biraz para kazanmak olan bir gencin bulaştığı işte başına gelenleri hızlı bir tempo, eşlik eden keyifli müzikler ve komediye de göz kırpan bir atmosfer ile anlatıyor. Belki de tek kusuru komedinin dozunun gereksiz arttığı bölümler olan film çok sayıdaki ana karakteri, rahatsız etmeyen ilişkiler içinde birbirine bağlamayı başarmış ve ortaya enerjik bir çalışma çıkmış. Pazar yerindeki el arabalı takip sahneleri için bile ilgiyi hak ediyor. Kaosun içinden etkileyicilik çıkartmayı başaran eser yoksulluğu da sömürmeden veya anlamsız bir biçimde benzetildiği “Slumdog Millionaire” filmindeki gibi şıklıkların parçası yapmadan hikâyesinin odağına koymayı başarıyor.
(“7 Boxes”)

Lemale et Ha’halal (Boşluğu Doldurmak) – Rama Burshtein : İsrail’de ortodoks yahudilerin aşırı muhafazakâr hayatlarında geçen bir dram. Doğum sırasında ölen ablasının kocası ile evlenmesi beklenen genç bir kızın hikâyesini, kendisi de kadın olan yönetmen Burshtein kadınlara özgü denebilecek bir duyarlılık ile ele almış. Evlenmenin kadınlar için nerede ise tek amaç olarak göründüğü bir toplumda bireysel özgürlüğünü öne çıkarmaya çalışan genç kızın önündeki en büyük engel olan kişinin yine bir kadın, annesi oluşu ve onun gerekçesinin de kadınlara özgü bir anaçlık içermesi hayli ilginç bir yaklaşım. Burshtein’ın senaryosu bu ibadet odaklı toplumun geleneklerinin bolca ve açıkçası biraz dozu kaçmış bir biçimde sergilenmesine izin veren ve hatta yönetmenin eleştirmekten çok objektif bir sergileme ağırlıklı tavrı nedeni ile kimi oldukça eğlenceli anları karşımıza getiren bir yapıya sahip. Erkeklerin inanç ve ekonomi alanında, kadınların ise aile konularında hâkim güç olduğu toplumda bireylerin özgürlüklerinin nasıl “doğal” bir kısıtlamaya tabi olduğunu anlatan etkili bir dram bu film.
(“Fill the Void”)

Yek Khanévadéh-e Mohtaram (Saygın Bir Aile) – Massoud Bakhshi : 22 yıl sonra ülkesi İran’a üniversitede geçici olarak ders vermek için dönen bir akademisyenin yaşadıklarını anlatan film ülkenin devrim ve sonrasında geçirdiği değişimin kendisine değil bireylere odaklanıyor ve ülkenin nasıl bir kaosun ve yozlaşmanın içinde debelendiğini anlatıyor. İlginç bir şekilde komik anları da içermeyi başaran film baş oyuncusu Babak Hamidian’ın oldukça başarılı oyunu ile eğlenceli olmayı da beceriyor. İran sinemasının sinemasal atraksiyonlardan uzak, karakterlere ve onlar üzerinden sosyal meselelere dokunan çarpıcı filmlerinin bir başka örneği. Bol diyalog içermesine rağmen hiçbir anında sıkmamayı başaran film sondaki sürprizini hiç açık etmemesi ile de takdiri hak ediyor. Irak ile İran arasındaki savaşın görüntülerini hikâyeye ustalıkla yediren film olayların geçtiği iki şehri, Şiraz ve Tahran’ı hikâyenin atmosferine uygun bir biçimde taşıyor perdeye. İranlı resmi görevlilerin akademisyene sık sık sarfettiği “siz Avrupa’dan gelenler burada kanun yok mu zannediyorsunuz” cümlesi ülkenin nasıl bir ruh hali içinde olduğunu akıllıca gösteren bir seçim olmuş yönetmenin yazdığı senaryo için.
(“A Respectable Family”)

Suspension of Disbelief (Gördüğüne İnan) – Mike Figgis : Gerçek ile kurgu arasındaki ayrıma odaklanan filmin adı -sinema sanatı için düşünüldüğünde- seyircinin gördüğünün bir kurgu olduğu düşüncesini bir kenara bırakıp ona inanmasını anlatan bir terim; bir başka deyişle seyircinin gördüğüne inanmamayı askıya alması anlatılmaya çalışılan. Film içinde film mantığı ile ilerleyen film, Figgis’e özgü teknik yaklaşımların (bölünmüş perde, yavaşlatılmış hareketler, renkliden siyah beyaza geçişler, yüksek grenli görüntüler vs.) bolca kendisini gösterdiği bir çalışma. Ne var ki filmin kendisinin seyircinin inançsızlığını ertelemesini sağlayabildiği şüpheli. Gereğinden fazla şık bir görüntüsü olan film seyirciyi karakterlerinin yanına taşımakta da zorlanıyor ve teknik ağırlıklı yaklaşım seyredilenin gerçek olarak algılanmasını da güçleştiriyor. Yine de her Figgis filmi gibi ilgi çekici yanlarının olduğu açık; yönetmenin senaristliğini, kurgusunu ve görüntü yönetmenliğini de üstlendiği film sadece giriştiği deneme açısından bile ilgiyi hak ediyor örneğin. Ayrıca tartışmaya açtığı kavramın da hayli farklı okumalara ve düşünmelere imkân verdiğini akılda tutmalı.

Mademoiselle Chambon – Stéphane Brizé (2009)

“Sizi düşünüyorum”

Evli bir adamın bir kadına olan yasak aşkının hikâyesi.

Sinemanın, edebiyatın ve aslında tüm sanat dallarının defalarca işlediği bir konuya nasıl yeni bir soluk getirilebilir ve nasıl tam bir alçak gönüllülük içinde muhteşem bir filme imza atılabilir? Bu zor sorunun cevabı işte bu filmde saklı. Tüm yalınlığı ve basitliği içinde çarpıcı bir başarıya sahip bu film.

Başrollerdeki üç ismin de filmin ulaştığı üst düzeyde ciddi katkıları var. Aure Atika eş rolünde doğal ve iz bırakan bir yardımcı oyunculuk örneği sergilerken, Vincent London hayatını derinden sarsan bir aşkı yaşayan sıradan bir adam rolünde yalın oyunculuğu ile karakterinin macerasını sanki yıllardır tanıdığınız birinin yaşadıklarıymışcasına içine girerek izlemenizi sağlıyor. Ve Sandrine Kiberlain: Bir oyuncunun mükemmellikte gidebileceği böylesi noktalar da varmış dedirten, en ufak bir abartı, bir rol yapmışlık havası taşımayan ve özellikle filmin son anlarındaki sessizliği ile derinden sarsan bir performans sergiliyor seyirciye.

Bir romandan uyarlanan senaryo sesini asla yükseltmiyor ve sadece sıradan hayatların yani yeryüzü üzerindeki çoğunluğun içinden çıkıp gelmiş karakterlerinin kendini göstermesine aracılık ediyor. Hiç bir şeyin altını çizmiyor, vurgulamıyor ve tüm yalınlığı içinde işte bu filmde olduğu gibi en iyi senaryonun hikâyenin yürümesini sağlayan ama kendisini hissettirmeyen senaryo olduğunu anlatıyor. Bu başarılı ve mesafeli duruşu anlamak için Meryl Streep’in “The Bridges of Madison County” filminde arabadan inip inmeme tereddüdünü yaşadığı sahne ile bu filmde Kiberlain’in sonlarda sessiz gözyaşları ile arabadan indiği sahne kıyaslanabilir. Birincisi hayli etkileyici ama bize ne hissetmemiz gerektiğini söyleyen buyurgan bir tavra sahipken, ikincisi sanki arabanın arkasında oturan ve o iki insanın tanıdığı bir üçüncü kişi yerine koyuyor sizi; mahrem bir ana sessizce tanıklık eden ve belki de orada olmaktan rahatsız olan bir üçüncü kişi. Hikâyenin kahramanları herkes gibi sıradan insanlar. Amerikan sinemasının birtakım olağanüstü özellikler, kendilerine özenilmesini sağlayacak zenginlikler, güzellikler veya yetenekler ile, kısacası yapaylıklar ile donattığı o plastik karakterlerden değil hiçbiri. İnşaat işinde çalışan bir adam, fabrikada çalışan karısı ve bir ilkokul öğretmeni biçimlerindeki bu karakterler, ana akım sinemanın ihmal ettiği hatta açıkça yok saydığı gerçek insanlardan üçü sadece. Aşkın sadece “büyük” insanlar arasında yaşanabileceği algısını yaratmayı hedeflemiş gibi görünen tüm o yapay karakterlere inat, bu üç insan nefes alıyor.

Stéphane Brizé’nin ustalıklı bir dille anlattığı hikâye erkek kahramanımızı işini yaparken gösterdiği sahnelerle emeğe ve emekçiye saygısını çekinmeden sergiliyor. Sinemanın unutturmaya çalışmasına inat gerçek insani değerlerin nerede saklı olduğunu, tüketen değil üreten insan görüntülerine odaklanarak hatırlatıyor bize ve bu sahneler bir yandan da adamın aşık olduğu öğretmenin sanat, müzik ve kitaplar ile çevrili dünyasına bir kontrast oluşturuyor belki de. Bu farklı gibi görünen iki dünyaya sahip insan arasında oluşan aşkın karşılaştığı engel bu farklılık değil bence. Buradaki engel çok daha kurumsal bir engel olsa gerek.

Dürüst bir hikâyeyi dürüst bir biçimde anlatan, son dakikaları ile etkileyiciliğinin doruğuna çıkan, orijinal müziği ve özellikle Elgar ve von Vecsey’den seçilmiş eserleri ile yürek burkan bir film. Son jeneriklerinde 60’lı yılların ünlü Fransız şarkıcısı Barbara’nın seslendirdiği “Quel Joli Temps” ile kapanışını da muhteşem yapan bu film aşk, sorumluluk, cesaret, denemek, tesadüf ve yitirmek üzerine mükemmel bir çalışma. Sinemada unuttuğumuz türden, gerçek hayatlar üzerine bir başyapıt. Bittiğinde sevdiğiniz bir dostunuzdan ebediyen ayrılmış gibi hissedeceğiniz o sıcak, hakiki filmlerden.

(“Matmazel Chambon”)