“Onu son görüşümde ellerini saçlarımda gezdirmişti. Hiçbir şey söylememişti ama gözlerinde tuhaf bir şey vardı”
Çocukluğunda yaşadığı trajedinin etkisindeki bir adam üzerinden bir yol hikâyesi.
Eşcinsel temalarla çektiği filmlerle tanınan Fransız yönetmen Sébastien Lifshitz’ten çelişkili duygular yaratacak bir film. Geçmiş, bugün, geçmişle yüzleşme anları arasında gidip gelen ve geleceği belirsiz bırakan bir film bu ve temel olarak iki farklı anı (geçmişi ve bugünü) anlatırken sanki iki farklı tavır benimseyerek bu farklı anlar arasında da bir kopukluğa neden oluyor yönetmen.
Dört farklı karakter (hamile genç kız, onun açık eşcinsel erkek kardeşi, yolda arabaya aldıkları ve kızla yakınlaşan genç adam ve yolculuk ettikleri arabanın da sahibi olan ve geçmişinde bir trajik hikâyesi olan gizli eşcinsel adam) içlerinden sadece birinin hedefinin olduğu bir yolculuğu yaparken tanışıyor, çekişiyor, kavga ediyor, aşık oluyor, acı çekiyor, eğleniyorlar. Film bir yandan biraz kaygısız, biraz soğuk bir biçimde tüm bunları hareketli bir kamera ve bazen de oyunculardan birinin el kamerası ile aktarırken sık sık ve kısa süreli geriye dönüşlerde çok başka bir sinemanın, trajedi ile iletişimin odak noktaları olduğu oldukça etkileyici bir sinemanın havasını taşıyor. Filmi seyrederken keşke film sadece bu geçmişten ve sondaki yüzleşmeden oluşsaydı, diğer tüm yol sahneleri ise sanki ayrı bir hikâye gibi akmak yerine sadece kahramanımızı ve trajedisini anlamak için daha akıllıca tasarlanmış bir zemin olsaydı diye düşünmemek elde değil. Oysa film yolculuk bölümü ile başka bir filmin konusu olabilecek sunulan aşkın reddi veya kabulü, güven, normlar dışında olmanın getirdiği yalnızlık, dürüstlük gibi başka temalara ve sık sık hissettirilen bir eşcinsel estetik üzerinden el atmayı tercih etmiş. Bir başka deyişle yolculuk bölümünün “gürültüsü” geçmişin ve yüzleşmenin sessiz estetiğini bastırmış görünüyor.
Yannick Renier’in oyuncu kadrosunun içinden öne çıktığı ve özellikle sessiz anlarında bakışları ile etkileyici olduğu film, annelik ve anne-çocuk ilişkisine de dokunan bir çalışma aynı zamanda. Baştaki ultrason sahnesi ile birlikte sık sık hissettirilen genç kızın hamileliği ile karışan kafası ve filmin asıl kahramanının geçmişteki trajik olaydan sonra annesi ile hesaplaşmak için yaptığı yolculuk annelik üzerine de bir şeyler söylemeye çalıştığını söylüyor filmin ama bunun ne olduğu pek de açık değil doğrusu.
Yönetmenin oyuncularının ve özellikle erkek olanlarının fiziksel güzelliklerini peşinde olduğu temalara uygun ve dozunda kullanmış göründüğü filmin en başarılı anları arasında trajik olayın gerçekleştiği sahne, sondaki anne ile yüzleşme ve ıssız sokaklarda birlikte hiç konuşmadan yürünen bölüm yer alıyor. Bu sahneler bir kez daha filmin sadece bu sessiz anlara odaklanması durumunda çok başka bir noktada olabileceğini gösteriyor seyredene. Özetle, filmin başarısını zedeleyen ve yolculuğun nedensiz görünmesine yol açan o yol bölümleri olmasa çok parlak bir başarının sözünün edilebileceği ama bu hali ile de yetenekli bir elden çıktığını hissettiren ve geçmişle yüzleşme ve affetme üzerine söyleyeceği anlamlı sözleri olan bir film.
(“Going South” – “Güneye Giderken”)