“Kızım biz seni neyini eksik ettik de, eksik bir erkek ile birlikte oluyorsun?”
Sağır bir erkek ile çağrı merkezinde çalışan bir kadının “imkânsız” aşklarının hikâyesi.
Hikâye anlatmak ve hikâyenin özüne uygun veya onunla özellikle kontrast yaratacak bir anlatım tarzı bulabilmek klasik sinemanın en başarılı olduğu alanlardan biri. Klasik Amerikan sinemasının bunca seyirciye ulaşabilmesinde en önemli etkenlerden biri bu olsa gerek. Türk sinemasının iyi senaryo, hikâye anlatma becerisi ve konuyu dağıtmadan (bir başka deyiş ile, akıldaki her konuyu tek bir ve özellikle de ilk filme yedirmeye kalkışmadan) odaklanma alanlarındaki eksikliği hep konuşulan, bilinen ve geçmişte nadiren sağlıklı bir şekilde aşabildiği hususlar. İlksen Başarır bu ilk filminde işte tam da bu alanlarda bir yandan oldukça iyi bir iş çıkarırken bir yandan da yine tam bu alanlarda aksıyor.
Kısacık sahneler ile hemen filmin başında kahramanlarını başarı ile özetleyebilen bir girişe sahip olan film bu konuda takdiri hak ediyor öncelikle. Buradaki kurgu anlayışı amaca gayet uygun ve yerli yerinde ama filmde zaman zaman belki de küçük tempolar kazandırmak amacı ile tercih edilen bu “kesik kesik” anlatım tarzı bazı sahnelere oldukça uygun düşerken kimi zaman da bir “müdahele edilmişlik” havasının doğmasına neden oluyor. Anlatım tarzı ile ilgili bir başka sorun da filmin “romantik komedi” ile “dram” arasında gidip gelmesi. Temel de bu bir problem değil elbette ama “farklı dünyaların insanları arasındaki aşk” ve “sömürülen çalışanlar” gibi dram açısından iki ağır konunun odaktan kaymasına neden olabiliyor bu seçim, film boyunca. Bir problem de bu iki ağır konunun filmde nerede ise eşit düzeyde yer alması ve bunun da ilgiyi dağıtabilme ihtimali. İnsanlarla konuşarak “anlaşamayan” bir çağrı merkezi çalışanının konuşamadan “anlaşacağı” birisi ile aşkı üzerinden düşünüldüğünde anlaşılabilir bir seçim belki bu iki konunun birlikteliği ama Türk sinemasında özellikle de günümüzde hemen hiç doğrudan yer verilmeyen emek sömürüsünün arada kaynamasına neden olabilecek bir durum bu. Yine de tüm o motivasyon saçmalıklarına, tüm o “hadi kendimizi alkışlayalım, alkışlayalım ki bu alkışın kaba gürültüsü içinde sendikasızlığın, sömürünün, birbirimize kırdırılmanın çığlığı duyulmasın” tespitlerine bir filmde rast gelebilmek gerçekten umut verici. Günümüzde çığrından çıkmış soysuz komediler (Recep İvedik vs.), büyük bütçeli ve büyük sözlü dramlar (tüm o Mahsun Kırmızıgül girişimleri vb.) ve sanat filmleri (Nuri Bilge Ceylan vb.) arasında sıkışmış durumdaki Türk sinemasında işte bu küçük ölçekli ve hikâye anlatmayı seven ve şu ya da bu ölçüde başaran bu tür filmler bulabildiğimize şükretmeliyiz sonuç olarak.
Son bir eleştiri de aristokrat havalı ve ropdöşambrlı karakter için. Çağan Irmak’ın “Karanlıktakiler” filmi ile birlikte evden dışarı adım atamayan bir başka karakteri karşımıza getiren filmde o aristokrasi havasına ve karakterinin trajedisinin etki gücünü azaltan o yapay duruşa ne gerek olduğunu düşünmemek elde değil.
Filmde seyirciyi etkileyecek ve hatta hayran bırakacak düzeyde başarılmış sahneleri de belirtmek gerek. Sinemamızda pek görmediğimiz ölçüde hayli iyi çekilmiş bir kavga sahnesi, sevgiyi işte tüm yüreğiniz ile hissedeceğiniz şiir okuma sahnesi ve özellikle terk edenin de edilenin de ağladığı ayrılık sahnesi yönetmenin kumaşını bize gösteren bölümler. Bir büyük takdir de baş oyunculara gitmeli. Saadet Işıl Aksoy sürekli bir direnme ve savunma mücadelesi içinde hem aşkını hem özgürlüğünü korumaya ve sömürüye karşı durmaya çalışan karakteri inandırıcı ve çekici bir biçimde canlandırıyor, senaryodaki kimi aksaklıklara rağmen. Senaryoda da payı olan Mert Fırat’ın oyunu için kullanılabilecek tek bir ifade var: mükemmel. “Normal” insanların dünyasında kendisine yarattığı dünya içinde yaşamaya çalışan, insanın yeryüzü üzerindeki en acımasız varlık olduğunu her defasında hatırlamak zorunda kaldığı koşullar ile sık sık karşılaşan bir bireyi inanılmaz bir başarı ile canlandırıyor. Öfke ve sevgi gibi iki farklı ve yoğun duyguyu aynı sahne ve bazen aynı kare içinde üstün bir oyun gücü ile gösterirken seyredene canının nasıl yandığını sizin canınızı da yakacak şekilde gösteriyor.
“Issız Adam” filminde “Zor be anne” diyen karakterin bu filme bir an için girip gerçek zorluğu yaşamasını ve şımarıklığından utanmasını isterdim açıkçası. Eksikliklerine rağmen, doğru ve sağlam duruşu, açık sözlülüğü, yanında taraf tutmayı tercih ettiği değerlere gösterdiği saygısı ile kesinlikle ilgiyi hak eden bir film. Duyarsızlıklarımız ve acımasızlıklarımızla nasıl birbirimizin canını yakabileceğimizi de hatırlatan film “bugün satış için ne yaptın” tabelası altında asıl büyük güçlerin maşalığını yapan küçük güçlerin kendi odalarına “bugün çalışanlar için ne yaptın” tabelasını asacağı günlerin de habercisidir diye umalım. İmkânsız ama yine de bir umut işte.