“Hayatımda hiç bu kadar kötü bir şey görmedim. Televizyonda bile!”
Semtlerinde kol gezen bir seri katilin korkusu altındaki bir apartmanda komşular arasında yaşananların hikâyesi.
Genç Kanadalı yönetmen Jacob Tierney’den bir önceki filmi olan “The Trotsky” adlı çalışmasının gerisinde kalsa da eğlenceli, hafif ve komik bir film. Sık sık Woody Allen’ın “Manhattan Murder Mystery” tarzı filmlerini çağrıştıran filmde yönetmenin kendisi de küçük bir rolde oynarken bir başka Kanadalı genç sinemacı ve “J’ai Tué Ma Mère” adlı ilk yönetmenlik denemesi ile dünya sinemasına çarpıcı bir giriş yapan Xavier Dolan’a da rol vermiş. Bu gençlik dayanışmasının da vurguladığı bu uçarı tarzlı genç film seyre değer bir çalışma ama kimi kusurlardan da kurtulamamış görünüyor.
1995’te Quebec’in bağımsızlığı ile ilgili referandumun yapıldığı günlerde geçen film hem bu konu üzerinden hem de Kanada’nın Frankofon bölgesine yerleşmiş/yerleşen Anglo-Sakson kökenli karakterler üzerinden Kanadalı olmak üzerine ince değinmeleri de olan bir çalışma ama filmin odak noktası bununla hemen hiç ilgili değil. Modern dünyada bir apartmanda bir yandan ortak bir yandan da tamamen bağımsız hayat süren insanların komşuluk ilişkileri eski günlerden çok farklı elbette. Hikâyedeki komşular arasındaki ilişkiler üzerinden belki de film bize Kanada’nın da hem iç içe hem de birbirinden izole hayatlar süren insanların ülkesi olduğunu söylemeye çalışıyor ama bu mesajın, eğer böyle bir mesaj var ise, epey soluk kaldığını söylemek gerek.
Filmin türünü en iyi özetleyen ifade muhtemelen kara komedi ve film bu türün gereklerini de yerine getiriyor ama kimi kara yanlarının epey sert olduğunu söylemek gerek. Örneğin bir cinayet sahnesindeki boğaz kesme veya tecavüz(!) görüntüsünün gereksiz bir sertliğe sahip olduğu ve yarattığı rahatsızlık nedeni ile komedi havasına da zarar verdiği rahatça söylenebilir. Poe’nun gerçeküstü öğeleri olmayan hikâyelerinin havasını taşıyan filmin finali ile de genel olarak hissettirdiği yaratıcı, zeki ve farklı havanın dışında bir seçim yaptığı da ilave edilebilir kusurlarının arasına. Başrol oyuncularının üzerlerine düşeni yaptığı filmde sanki bundan fazlası da onlardan beklenmemiş gibi bir tarzı var filmin. Hafifliğe ama arada gereksiz sertliğe başvurmuş bir hafifliğe film kendini gereğinden fazla kaptırmış görünüyor çünkü. Üç baş karakterden Victor filmin taşıdığı Woody Allen havasının en bariz göstergelerinden biri. Özellikle seri katille ilgili planı veya tüm film boyunca sergilediği vücut dili ya da kimi diyalogları ile Allen’In filmlerinde kendisinin canlandırdığı karakterlerden birini getiriyor karşımıza adeta.
Hikâyesinin kimi eski gerilim romanlarındaki havasını da vurgulamak gerek. Hani bazı eski romanlarda bir giriş sahnesi vardır; hemen çoğunlukla aristokrat kökenli insanlar (ve çoğunlukla sadece erkekler çünkü anlatılacak olanlar kadınlar için fazlası ile korkutucudur) soğuk bir kış gecesinde bir şömine etrafında toplanırlar ve içlerinden birisi bir korku hikâyesi anlatır. İşte film mizansen anlayışı ve tarzı ile bu havayı taşırken anlatılan da o hikâyelerin kara komedi versiyonu sanki. Hem pop hem gerilim öğeleri ile hayli çekici olan müziğini de hikâyesini anlatmak için başarı ile kullanan film özellikle kedi severlerin de hoşuna gitme potansiyeline sahip, özellikle de Balthazar adlı “karakteri” ile.
Kadının iki erkek ile ayrı ayrı plan yaptığı sahne, biri işlediği cinayetten dönen diğeri yeni bir cinayete giden iki karakterin karşılaştığı sevimli bir absürtlük içeren bölüm ve başta Victor olmak üzere pek çok sevimli karakteri ve anı ile eğlendireceği açık ama çarpıcılıkta eksik kalmış film sevimliliği ile yine de kendisini beğendirecektir. Daha iyi bir final, daha bütüne yayılmış eğlence ve eksikliği hissedilen kreşendo anlarının varlığı ile bir kült olabilecekken, bunu ıskalamış olsa da keyifli bir film özet olarak.
(“Canım Komşularım”)