La Donation – Bernard Émond (2009)

“Tanrı’ya inanmıyor musun? O zaman Tanrı rolü oynamaya kalkışma”

Taşrada doktorluk yapan yaşlı bir adamın, yerine geçmek üzere büyük şehirden gelen bir kadın doktora görevini bırakması ile gelişen olayların hikâyesi.

Kanadalı yönetmen Bernard Émond’dan senaryosunu da kendisinin yazdığı bir film. Yönetmenin 2005 ve 2007 yıllarında çektiği “La Neuvaine” ve “Contra Toute” adlı filmleri ile birlikte umut, inanç ve iyilik üzerine hikâyeleri olan bir üçlemenin de parçası bu eser. Bir büyük şehir doktorunun “geçici” olarak geldiği bir kasabadaki ilişkilerini ve değişen algılarını sakin ve dokunaklı bir anlatım ile karşımıza getiren film öncelikle bu sakinliği ile geniş kitlelerin ilgisini çekmesi zor olan ama samimiyeti, zaman zaman belgesele yaklaşan gerçekçiliği ve iki baş oyuncusunun ekonomik olduğu kadar ince oyunları ile ilgiyi kesinlikle hak eden ve yabancılaşma, yakınlaşma ve değişme üzerine söyledikleri, hissettirdikleri ve düşündürdükleri ile önemli bir çalışma.

Çoğunlukla yaşlı insanların yaşadığı ve hiçbir şeyin değişmiyor gibi göründüğü kasabaya gelen kadın doktorun alışık olmadığı bir yaşam düzeni olan bu toplum içindeki hikâyesini anlatıyor filmimiz. Geçici olarak yerini almaya geldiği ve mesleğini eski usul ve insana “dokunarak” yapmayı tercih eden doktorun evine yerleşen kadının hemen herkesin üzerinde bir mutsuzluk, yalnızlık havasının olduğu bu toplulukta bir süre sonra alışık olduğu doktorluk pratiğinin dışına çıkıp bazen bir anne, bir arkadaş, bir polis ve hatta “Tanrı” olmaya doğru ilerlediğini görmesi kendisini rahatsız ediyor başlangıçta. Hikâyemiz ilerledikçe bu rahatsızlık yerini finaldeki çarpıcı kare ile de vurgulandığı gibi bir kabullenmeye bırakıyor. Basit ama etkileyici bir havası olan ve kendi başına değil ama görüntülere eşliği ile hayli başarılı olan müziğin sürekli hissetirdiği bir trajedi havası var filmin. Bu sessiz dünyada hep bir takım acıları işaret ediyor bu müzik ama yarattığı bu trajedi havasını bir anormal durum olarak göstermeyip bir “gerçekliğin sergilenmesi” olarak kullanıyor filmin yaratıcısı Émond. Belki bir parça gereğinden fazla sakin bir havada (oyuncuların da nerede ise duygudan arınmış bir havada oynayarak bu durgunluğa eşlik ettiğini ama bunun hikâye için tam da doğru oyun biçim olduğunu söyleyelim) ilerleyen film kadının üstlendiği farklı rolleri çeşitli örnekleri ile anlatırken bardaki sorgulama sahnesinde olduğu gibi bazen gerçekçilikten uzaklaşıyor da ama kadının kendisini bir yabancı olarak bulduğu (halkın değil kendisinin algısı bu kesinlikle) kasabadaki dönüşümünü başarı ile anlattığı rahatlıkla söylenebilir.

Mesleğinin anlamını ve yararını sorgulama noktasına geldiğinde yaşlı doktorun “Hayatı uzatır ve acıları azaltırız, bu da bir şeydir” sözleri ve aynı doktorun rahibe olmayı seçmiş kız kardeşinden alıntılayarak söylediği “Kötü insan yoktur, sadece kaybolmuş çocuklar vardır. Hepimiz kaybolmuş çocuklarız” düşüncesi kadının dönüşümündeki kritik eşiklerin sembolü oluyor hikâyede. Bu bahsettiğim dönüşüm popüler sinema örneklerindeki gibi altı çizilen, bir büyük olay ile ilişkilendirilen veya seyircisine mesaj verme amaçlı bir değişim değil. Émond kesinlikle bu yola sapmıyor; bunun yerine basit ve küçük anlar üzerinden kahramanını seyrediyor/seyrettiriyor daha çok. Bu da filmin yalın görünümünü sağlıyor ve seyirciyi hem duygusal hem düşünsel olarak hikâyeye katılmaya zorluyor. Bu çağrı her seyircinin evet diyeceği türden bir davet değil kuşkusuz ama kabul edenlerin keyif alacağı kesin diyebiliriz rahatlıkla. İzleyiciyi zorlayabilecek bir diğer tercih de hikâyenin seyirciye olumlu hava hissettirmek gibi bir kaygısının kesinlikle olmaması. Her biri “kaybolmuş bu çocuklar” açık veya gizli acıların pençesindeler ve kadının üstlenmeye doğru gittiği “Tanrı” rolünü de düşünürsek filmin seyircisinden bu topluluğa yarattığı insanların haline şaşkınlıkla bakan bir Tanrı konumunda bakmasını talep ettiğini düşünmek mümkün. Gerçek yalnızlar veya muhteşem evinde yaşayan çok zengin adam örneğinde olduğu gibi yalnızlığı kendisi seçmiş karakterler ile dolu bu hikâyenin depresif havasının buna rağmen çoğunlukla dozunda tutulduğunu söylemek mümkün. Aslında sadece finaldeki son görüntünün bile –bu görüntünün oluşmasını sağlayan sahnenin kahramanımızı karşımıza getirmek istediği durumlar açısından önemli olduğunu ama tesadüfleri bir parça zorladığını söyleyelim- filmin onca acıya rağmen vaat ettiği umudun varlığını kanıtlamak için yeterli olduğu söylenebilir.

Sara Mishara’nın başarılı kamera çalışmasının doğanın sakinliğini ve yaşanan hayatın sessizliğini çok iyi anlattığı filmin doktorlar açısından ek bir önemi de var; Modern tıbbın nerede ise hastanın “insani” yanını unutup onu sadece bir vaka olarak gördüğü ve onunla sadece teknoloji üzerinden ilişki kurduğu günümüzde insana “dokunarak” onunla ilişki kurmayı öven bu filmin kesinlikle farklı bir anlamı olmalı onlar için. Küçük ama etkileyici olmayı başaran film sessizlik anları ile “artık gençlerin gittiği ve tarlaların tekrar vahşileştiği” coğrafyayı da hikâyesinin parçası yapıyor ve konu edindiği inanç, umut ve iyilik üzerine seyircisinde kalıcı olabilecek izler bırakıyor özetle.

(“The Legacy”)

(Visited 41 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir