“Ve bir anda Nicola kendini Palermo’nun tanrısı gibi hissetti”
1970’li yıllarda geçen ve Palermo’da hurdacılıkla geçinen bir ailenin kızlarının mafya tarafından yanlışlıkla öldürülmesi üzerine gelişen olayları anlatan bir hikâye.
İtalyan yazar Roberto Alaimo’nun aynı adlı romanından yapılan bir uyarlama. Aralarında yönetmen Daniele Ciprì’nin de bulunduğu bir ekip tarafından senaryosu yazılan ve diğer çalışmalarında olduğu gibi Ciprì’nin görüntü yönetmenliğini de üstlendiği film bir traji-komedi. Zaman zaman bir opera havasını veya Fellini esintilerini karşımıza getiren çalışma çeşitli problemleri nedeni ile tam bir başarıya ulaşamamış bir eser.
Ciprì’nin satir (yergi) olarak nitelenebilecek çalışması “hatırlıyorum” başlığı ile özetleyebileceğimiz bir havaya sahip. Finalde hikâyeyi anlatanla hikâyenin kahramanlarından biri arasındaki ilişki ortaya çıkınca bu hatırlama havası daha anlamlı gelecektir seyredene. Ciprì görüntü yönetmenliği üzerinden kendisini daha da hissettiren bir stilize tarz benimsemiş ve oyuncularından aldığı “büyük” oyunculuklar ile filmin masalsı tiyatro havasının altını çizmiş. Evet, film operadan tiyatroya masaldan fanteziye uzanan pek çok kelime ile özetlenebilir. Operadaki gibi bir parça gösterişli bir oyunculuk ve etrafındakilere sonunda mesajı da olan bir masal anlatır gibi görüntüye gelen anlatıcımız filmi farklı kılmayı başarmış ama buradaki temel soru tüm bunların bileşiminden ortaya çıkan sonucun sinemasal olarak ne kadar etkileyici olduğu. Hikâye yönetmenin başarılı görüntü çalışmasından ve Carlo Crivelli’nin filmin özellikle trajedisine uymuş görünen müziğinden aldığı destekle etkileyici olmayı başarıyor aslında. Ne var ki bu etkileyicilik bir bütünsellik göstermediği gibi filmin hedefinin tam olarak ne olduğu da anlaşılamıyor. Öldürülen kızlarından gelen para ile değişen hayatlar, kendilerini içinde buldukları yeni problemler ve paranın üzerinden kendisini gösteren bencillikler aslında filmin hem komedi hem trajedi anlamında pek çok çarpıcı sahneye sahip olmasını sağlıyor ama film bir türlü tıkanıklığını tam anlamı ile aşamıyor yine de.
Sinemada geçen sahnesi ile Fellini’ye selam gönderen (veya ondan esinlenen de denebilir) ve şarkı söyleyerek çalışan hurdacılar sahnesi ile (ki filmde ne aradığını cidden sorgulamak gerekiyor bu sahnenin) müzikal bir İtalyan Yeni Gerçekçi filmini çağrıştıran filmde Ciprì tefecide geçen sahnelerde zaman zaman tekrara düşse de kesinlikle etkileyici bir hava yaratıyor ve benzer şekilde kızın öldürülmesi anı ve hemen sonrası da mizansen açısından başarı ile kotarılmış. Filmin tümüne de bir Akdeniz (daha özel olarak da İtalyan elbette) atmosferi sağlamayı becermiş. Mahalle halkının görüntüleri, yaramaz çocukların topunun patlatılması veya televizyon üzerindeki dantel örtü filmin bize de yakın gelecek ve bir Amerikan filminde asla karşılaşmayacağımız pek çok unsurundan sadece üçü. Ne var ki film hissedeceğiniz bu yakınlığı alıp vurucu bir noktaya taşıyamıyor bir türlü. Hikâyede bir ara ciddi bir yeri olan tefeci ve onunla ilişkinin birdenbire ortadan kaybolması –sebebi anlaşılır olsa da- bir yarım kalmışlık duygusunun uyanmasına neden oluyor seyredende. Arabayı kutsayan kurnaz rahip örneğin kendi başına eğlendirici veya finalde ninenin olaya el koyması kesinlikle iyi oynanmış ve yönetilmiş bir sahne olarak etkiliyor seyredeni ama tüm bunlar bir “bütün hikâye” seyrettiğiniz duygusunu yaratmakta yeterli olamıyor bir türlü.
Karakterler Güney İtalya’da geçen bir hikâyede işçi sınıfı için düşünebileceğiniz alışılagelmiş tiplerden pek farklı değil ama özellikle baba rolündeki Toni Servillo ve oğlu rolündeki Fabrizio Falco bu karakterleri fazlası ile –filmin yaratıcılarının da tercihi yönünde biraz fazlası ile- elle tutulur hale getirerek bunun rahatsız edici olmamasını sağlamışlar. Trajedisi ve komedisini daha iyi dengeleyebilse, hikâyedeki “hatırlıyorum” havasının cazibesine kapılıp eklenmiş görünen kimi sahneler (yukarıda bahsedilen müzikal sahne, kepekli avukat karakteri vs.) çıkarılmış olsa ve film kendisine odağını bulamamış havasını veren esinlenmelerini bütünsel bir biçime kavuşturabilmiş olsa gerçekten etkileyici olabilecekmiş bu çalışma. Yine de kimi yukarıda anlatılan çekici yanları ve trajikomiklik içinde arada kaybolur gibi olsa da para üzerinde dönen hayatlara getirdiği toplumsal eleştirisi ile ilgi gösterilebilecek bir film özet olarak.
(“It was the Son” – “Oğlumdu”)