“Gerçeğin ne olduğu kimsenin umurunda değil mi?”
Yaşadığı baskılara ve mutsuzluğuna online tehdit mesajları yayınlayarak tepki veren bir gencin yarattığı korku nedeni ile yaşadıklarının hikâyesi.
Kanadalı Jason Buxton’un üç kısa filmden sonra çektiği bu ilk uzun metrajlı filmi on altı yaşında ve etrafındakilerden farklı bir genç erkeğin büyüme ve bir yandan kendi kişiliğini oturtma ve kabul ettirme çabasını anlatırken, diğer yandan çağdaş toplumlardaki “terör” paranoyasına da değiniyor. Başroldeki Connor Jessup’un yalın oyunu ile dikkat çektiği ve adalet sistemindeki adaletsizliklere üzerinde düşünülmeyi hak eden göndermelerde bulunması ile de dikkat çeken filmin temel kusuru ise bir türlü yeterince güçlü bir görüntü sergileyememesi. Buna rağmen ilgiyi hak eden ve farklı olmanın paranoyasını besleyecek hiçbir fırsatı kaçırmayan günümüz insanlarının farklı olanları nasıl yok edebildiğini yalın hikâyesi ile göstermeyi başaran bir film karşımızdaki.
Kahramanımızın evinin gece yarısı polisler tarafından ve bir katliam planladığı suçlaması nedeni ile basılması ile başlıyor filmimiz. On altı yaşındaki Sean (Connor Jessup) “gotik rock” dinleyen, tırnakları siyah ojeli ve metal çivili deri montunu sırtından çıkarmayan bir genç. Hikâyemiz büyük şehirde artık başkası ile evli olan annesi ile yaşarken karşılaştığı “sorunlar” nedeni ile, yalnız yaşayan babasının yanına küçük bir kasabaya geldiğini söylüyor bize gencin. Bu küçük kasaba ortamı doğası gereği paranoyayı yaratmaya ve hızla yaymaya daha müsait ve gencimiz de kendisine sataşıp duran ve hatta fiziksel müdahalede bulunanları gerisini pek de düşünmeden online bir chat sırasında tehdit ediyor ve günlüğüne de bir intikam planını not ediyor. Dedektifin sorgulaması ile başlayan ve bu sorguda ortaya koyulan “delil”lerin arkasındaki gerçeği seyirciye göstererek ilerleyen film ortaya gencin suçlu olup olmadığı ile ilgili bir gerilim koymuyor doğal olarak; bunun yerine tehdidin neden olduğu sert tepkinin sonuçlarını adalet mekanizmasını da irdeleyerek göstermeyi tercih ediyor bize.
Jason Buxton’a ait olan senaryo ve mizansen kahramanının hikâyesini anlatırken yeterince güçlü bir sinema dili kullanamıyor ne var ki ve tanıdık olduğumuz kimi anları da (hapishane sahneleri, annenin ziyareti vs.) yeterli bir orijinallikte getiremiyor karşımıza; bu da filmin gücüne olumsuz yönde etki ediyor elbette. Babanın tuttuğu avukatın genç delikanlıya içinde bulunduğu kötü koşullardan kurtulması için suçu (işlemediği bir suçu) kabul etmesi önermesi üzerinden açılan adaletin aslında ne olduğu ve gerçeği hiç kimsenin çok da umursamaması hikâyenin asıl çarpıcılığını sağlayan orijinal yanı. Gencin ikilemde kalması filme hem bir heyecan katıyor hem de seyirci için önemli bir düşünme alanı yaratıyor. Keşke bu konunun üzerine daha fazla gitseymiş Buxton. Bu tür ve sorumluluk sahibi olan senaryoların klasik kimi dertleri de mevcut burada. Farklı olduğu için dışlanan gencin neden ille de “iyi” nitelikleri olması gerekir (burada hücresinde Kafka okuması gibi), neden ille de zeki, dürüst vs. dir bu karakterler? Öyle olmasaydı, karşılaştıkları muameleleri hak ediyor mu olurlardı?
Connor Jessup’un sade ama dokunaklı da olmayı da başaran bir oyunla karakterini canlandırdığı filmin bir sahnesinde gencimize “Neden bu kadar öfkelisin? Dünya sana ne yaptı?” sorusu soruluyor. Çabuk karar veren, bireysel huzurlarının kaçmasından sürekli endişe eden ve farklı gördüğünü dışlama refleksi ile hareket eden insanların hem hayatını zorlaştırdıkları hem de tepkilerini yargıladığı gencin hikâyesi eksikliklerine rağmen zaman zaman dokunaklı olmayı başarıyor ve her zaman altını iyi dolduramasa da açtığı konular ile ilgiyi hak ediyor yine de. Kahramanımızın kız arkadaşını canlandıran Alexia Fast’in ilk sinema filminde oynayan Jessup’dan daha tecrübeli bir oyuncu olmasına rağmen sıradan denebilecek bir performans verdiği (bunda senaryonun karakterini tıpkı anne karakteri gibi bir parça boyutsuz çizmesinin de rolü var kuşkusuz) filmin -hedeflediği noktayı tutturamamış olsa da- görülmesinde yarar var, özet olarak.
(“Siyah Kuş”)