“Daha kısa bir süre önce küçük kasabamdaydım. Sadece araba ile biraz dolaşmak istedim, sonra her şey birbirini izledi”
Hem iş hem özel hayatında sorunlar yaşayan bir kadının torunu ile çıkmak zorunda kaldığı yolculukta yaşadıklarının hikâyesi.
Sinemada oyuncu, senarist ve yönetmen olarak farklı roller üstlenen Emmanuelle Bercot’nun yönettiği ve Jérôme Tonnerre ile birlikte senaryosunu yazdığı film tam bir “kadın filmi”. Başroldeki Catherine Deneuve’un ustaca içine girdiği karakterini elle tutulur şekilde somutlaştırdığı film sadece onunki değil diğer pek çok karakteri ile kadınları ve hayli içeriden bir bakışla ele alan bir çalışma. Ortada değişik veya sıkı bir hikâye yok belki ama başta Deneuve’ün performansı olmak üzere, bu romantik ve hafif komik film ilgi çekebilecek farklı öğelere sahip. Seyircisini Deneuve’un fiziksel ve ruhsal yolculuğuna katabilen bir film olarak ilgiyi hak ediyor.
Emmanuel Bercot’nun filmi taşıdığı klasik sinema havası ile dikkat çekiyor öncelikle. Açılış ve kapanış jeneriğinde kullanılan yazılar karakter tipleri (font çeşidi), büyüklükleri ve renkleri ile 1970’leri hatırlatırken, Bercot bu 70’ler havasını seyrek de olsa başvurduğu -ama açıkçası her zaman anlamlı görünmeyen- zumlarla da destekliyor. Bu bir çeşit nostalji havasını destekleyen bir başka unsur ise Deneuve’un karakterinin 1969 Breton güzeli olması ve geliri hayır işlerinde kullanılmak üzere gerçekleştirilen bir takvim çekimi için aynı yılın diğer Fransa bölge güzelleri ile bir araya gelmesi. Film abartmadan ve hemen hep hoş sahnelere vesile olacak şekilde bu “yaşlı güzeller”den akıllıca yararlanıyor bu nostalji havası için. Tüm o güzel kadınlar, baş kahramanımız ve onun kızı ve annesi filmin biri hariç tüm baskın karakterlerini de içererek eseri bir kadın filmi yapıyor gerçekten. Kadınların birbiri ile veya erkeklerle ilişkileri, bu ilişkilerden beklentileri, hayal kırıklıkları vs. belki tanıdık ama aynı zamanda zarif bir hikâye ile geliyor karşımıza. Bir başka deyişle üç farklı kuşaktan kadınlar hikâyenin parçası oluyorlar ve filme bir kadın bakışının egemen olmasını sağlıyorlar. Hikâyeye girip çıkan bir erkek bir parça saf görüntüsü ile, torun karakteri ise büyüklere bağımlılığı ile erkeklerin pek de güçlü görünmemesine neden olmuşlar ve bunu bozan tek erkek karakter büyükbaba oluyor ki onun da yaralı bir yanı var aslında. Deneuve’un karakterinin bunaldığı anda çıktığı bir küçük gezintinin hem onu hem etrafındakileri değiştirecek bir yolculuğa dönüşmesinin hikâyesi bu nedenlerle özellikle kadınlar için ayrı bir çekicilik taşıyor özet olarak.
Bercot filmde sıkı bir şarkı listesine de yer vermiş ama bu şarkılar sadece güzellikleri ile değil, aynı zamanda doğru bir zamanlama ile kullanılmaları nedeni ile de ilgi çekiyor. 1960’lardan günümüze uzanan (“This Love Affair – Rufus Wainwright veya “Une Petite Fille – Claude Nougaro gibi) şarkılar veya kimi klasik müzik eserleri filmin klasik dilini de destekleyecek şekilde kullanılmışlar. Guillaume Schiffman imzalı ve Breton bölgesinin doğal güzelliğinden ustaca yararlanan, zaman zaman pastel bir görünüm alan görüntü çalışmasının başarısını da atlamamak gerekiyor. Özellikle finaldeki uzun ve pek de orijinal görünmeyen “kırda bir aile yemeği” sahnesini benzerlerinden farklılaştıran da onun görüntüleri oluyor açıkçası. Filme hâkim olan küçük mizah havasını da atlamamak gerekiyor bu arada. Tüm sıkıntıları, pişmanlıkları ve umutsuzluklarına rağmen karakterlerin hayatlarına küçük mizah anları katan senaryo filme kesinlikle ilave bir çekicilik kazandırmış; Kahramanımızın kocasının nasıl öldüğünün hikâyesinden bir sahnede giydiği ve göğüslerinin üzerine gelen bölümünde “Dokunma” yazan kıyafetine ve kimi diyaloglara kadar bu mizah anları kesinlikle eğlenceli.
Benzerlerine özellikle İtalyan filmlerinden aşina olduğumuz kırdaki yemek sahnesini görüntüleri dışında bir şekilde başarılı kılan bir başka yanı da yönetmenin farklı küçük hikâyeler içeren bu sahneyi kalabalık karakterlerine rağmen sade bir koreografi ile karşımıza getirmeyi başarması sanırım. Genç bir kızken yaptığı ve hayatında trajik bir anı bırakan yolculuğundan sonra hep yaşadığı bölgede kalan kadının bu kez hayli uzaklara yaptığı yolculuğun hikâyesi tıpkı jeneriğinin vurguladığı gibi sarının sıcaklığını taşıyan bir film. Rahatça “kendini iyi hisset” türüne sokulabilecek film açıkçası bu hedefini tutturuyor da. Bir zorlama hissettirmeden hem karakterlerine hem de bize dünyanın yaşamaya değer olduğunu anlatmayı başarıyor ki samimiyet ile verilen bu mesajın pek de bir sakıncası yok bence. İlk yarım saatinde biraz tonunu bulmakla uğraşır gibi görünen film aradığına ulaştıktan sonra daha fazla keyif veren bir çalışma. Kapanış jeneriğinde Fransız sinemacı Claude Miller’a ithaf edildiği söylenen film aslında Catherine Deneuve’a da adanmış görünüyor. Açılış sahnesinde arkadan çekimle saçları ile tanıştığımız oyuncunun yüzü, ayakları, gençlik fotoğrafları vs. bir fetiş seviyesine çıkarılmadan hikâye boyunca karşımıza geliyorlar ve bir sahnede yolda tanıştığı ve kendisinden genç bir erkeğin gençliğindeki “tahmin ettiği” güzelliğine övgüleri üzerinden bugünkü zarif ve olgun güzelliğine de bir gönderme yapıyor hikâyemiz sanki. Genç oyuncu Nemo Schiffman ve Paul Hamy’nin de dikkat çektiği çalışma Deneuve üzerinden Fransız sinemasının kimi ustalarına (Jean Renoir, François Truffaut, André Téchiné vs.) gönderdiği selamlar ile ilgi çekebilecek, pozitif havalı bu film ilk yarısı bir parça dağınık olsa da ilgiyi hak eden bir çalışma özetle.
(“On My Way” – “Kadının Yolu”)