“Zavallı Gilbert!… Kümese tıkılmış, herkese bakarken kendini tamamen unutmuş”
Obez annesi, otistik erkek kardeşi ve iki kız kardeşten oluşan ailesini ayakta tutmaya çalışırken, kendi hayatını yönetemeyen bir gencin hikâyesi.
Peter Hedges’ın aynı adlı romanından kendisi tarafından uyarlanan ve İsveçli yönetmen Lasse Hallström tarafından yönetilen bir ABD yapımı. 1985’de çektiği “Mitt Liv Som Hund – Bir Köpek Olarak Hayatım” adlı filmle kazandığı uluslararası başarıdan sonra ABD’de çalışmayan başlayan Hallström’un Amerikan sinemasına gösterdiği uyumun bir örneği olan film iki “farklı” üyesi olan bir ailenin hikâyesini hafif bir mizahî tonu ihmal etmeden, dramı ve romantizmi dozunda birleştirerek anlatmayı başarıyor ama bugün belki de en çok Leonardo Di Caprio’nun olağanüstü oyunculuğu ile hatırlanıyor ve kimi yan karakterleri zengin kılmayı başarması ile de dikkat çekiyor. Karakterleri tanıdıktan, bir başka deyiş ile onlara ısındıktan sonra çekiciliğini artıran film Ingmar Bergman’ın görüntü yönetmeni olarak tanınan İsveçli Sven Nykvist’in çalışması ile de önemli olan ama hikâyesinin sık sık yeterince ilginç görünmediği bir çalışma aynı zamanda. Finalde hikâyenin Hollywoodvari bağlanması ve karakterlerinin ilginçliğine sığınarak hikâye anlatmayı arada unutması gibi kusurlarını da atlamamak gerekiyor.
Oyunculuk dalında dört kez aday olduğu Oscar’ı hiç kazanamamak gibi “kötü” bir ünü olan Leonardo Di Caprio yardımcı bir rolde ama performansı ile diğer tüm oyuncuları adeta ezip geçiyor filmde. Mimiklerinden vücut diline, otistik bir karakteri mükemmel bir yorumla getiriyor karşımıza ve adeta kendisine aşık ediyor. Ağabeyinin büyük bir sevgi ve sabırla koruduğu, arkadaşı olduğu ve yönlendirdiği karakterinin otistik olması onun oyunculuk başarısını daha da anlamlı kılıyor çünkü farklı gördüğü insanlardan uzak durma veya görmemezlikten görme eğilimi olan geniş kitlelerin gözünde bu “farklılığın” normalleşerek yok olmasını sağlayabilecek kadar güçlü bir performans sunuyor, en azından bir film süresi boyunca. Onun başarısı bir parça gölgeliyor olsa da filmin diğer oyuncuları da başarılı oyunculuklar sergiliyorlar. Filme adını veren ve bir yandan kendi hayatını nasıl kuracağını bulmaya çalışırken, diğer yandan ailesini tüm sorunları ile birlikte ayakta tutmaya çalışan Gilbert karakterinde Johhny Depp (o da üç kez aday olduğu Oscar’ı henüz hiç kazanamamış bir isim) “uykulu” bir sesle ve vücut dili ile oynadığı karakterinde başta biraz garipsetiyor kendini ama hikâye ilerledikçe ve seyirci olarak onun tüm hayatına vakıf olmaya başladıkça bu ruh halinin oyuncu tarafından kesinlikle doğru bir şekilde belirlenmiş bir tercih olduğunu anlıyorsunuz. Obez anne rolündeki ve tek sinema filmindeki Darlene Cates kendi gerçek hayatında da fiziksel özelliği nedeni ile yaşadığı dramı görüntüye getirmeyi başarıyor. Bu öyle bir dram ki yıllarını evin alt katında bir kanepede geçiren, insanlardan hep uzak duran ve onların meraklı ve alaycı bakışlarına maruz kalmaktan dolayı acı duyan ve oğlunun bahçedeki doğum gününü bir perdenin arkasından izlemek zorunda kalan bir karakterin neler hissediyor olabileceğini tüm açık yürekliliği ile siz de hissediyorsunuz. Gilbert’ın hayatına giren genç kızı canlandıran Juliette Lewis (ki o da gerekliliği hayli tartışmalı olsa da Depp’in oyun tarzını benimsemiş) ve kahramanımızın ilişkide olduğu evli kadını oynayan Mary Steenburgen da oyunculuklarını aksamadan sergiliyorlar.
Filmin muhtemelen kaynaklandığı romanda da yer alan temel problemi ise karakterlerin zenginliğinin olay örgüsünde kendisini gösteremiyor olması. Evet, bir takım gelişmeler oluyor ama tıpkı hikâyenin yaşandığı kasaba gibi sanki bir şeylerin hiç değişmediği, hep aynı kaldığı bir film bu. Yönetmen Hallström senaryonun bu problemini oyuncuklarla, filmin hafif ve hoş mizahını ustaca kullanmakla ve yine hafif olarak adlandırabileceğimiz mizansen anlayışı ile gidermeye çalışmış ve bir ölçüde de gidermiş görünüyor. Sven Nykvist’in sıcak ve pastel renkleri ve dizginlenmiş bir uçarılık barındıran mizansen de, hikâyenin geçtiği kasabanın monoton hayatına bir şekilde uyum sağlamış karakterlerin hayatını ilginç kılmakta yardımcı oluyor filme. Burada yönetmenin kimi sahnelere “Hollywood dışı” bir bakışla kazandırdığı çekiciliği de hatırlatalım: Örneğin bir ölüm ve sonrasında yaşananları zarif ve dozu doğru bir duygusallık ile anlatmayı başarmış Hallström ve hikâyenin genel havası ile çok uyumlu ve duygu sömürüsünden kesinlikle uzak duran bir stil ve içerik ile tam bir başarıya imza atmış.
Hikâyede aksayan temel unsurlar da var ne yazık ki: Birincisi Gilbert’in çalıştığı küçük marketin kasabanın dışında açılan süpermarket ile yaşadığı ve yenik düştüğü rekabet, bu unsurların. Kasabaya gelen fastfood zincirini de katarak düşündüğünüzde de burada hikâyenin tam olarak derdinin ne olduğunu anlamak pek mümkün değil. “Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı” hikâyesi ile ne amaçlamış film, anlaşılmıyor kesinlikle. Gilbert ile kasabaya gelen kız arasındaki aşk ilişkisi de başlangıcı, finali vs. ile fazlası ile Hollywood kokuyor ve pek doğal da görünmüyor açıkçası. Bir başka problem olarak da Gilbert’in kız kardeşlerinin onca sahnelerine rağmen yeterince derinleştirilememiş olmasını da eklemek gerekiyor. İçerdiği dram ve karaktarlerin hayatlarındaki zorluklar düşündüldüğünde filmin mizahı da eleştiriye açık aslında. Örneğin evin çökmeye yüz tutan tavanının anne ile ilişkilendirilmesi bir parça rahatsız edici. Kusurlarına rağmen belki de sadece Leonardo Di Caprio’nun yürek burkan performansı ile bile ilgiyi hak eden bir film, özetle.
(“Gilbert’ın Hayalleri”)