Buhara Cellâtları – Sadreddin Ayni

Varlık Yayınları’nın düşük fiyatlı ve cep kitabı boyutunda bastığı ve bir, belki de birden fazla kuşağın okuma sevgisinin oluşmasında önemli unsurlardan biri olan seriden bir kitap. Tacikistanlı yazar Sadreddin Ayni’nin bu kitabı bir uzun hikâye (“Buhara Cellâtları”) ve bir kısa romandan (“Tefecinin Ölümü”) oluşuyor. Çoğunlukla Özbekistan’ın Buhara şehrinde yaşayan yazarın bu iki eserinin konusu da Özbekler arasında geçenleri anlatıyor bize. Bugün Tacikistan’ın ulusal şairi kabul edilen yazarın bu iki eserinin her biri hemen hep bir anlatıcının anlattığı ve çoğunlukla birbiri ile doğrudan ilgili olan ama kimileri de adeta bir meddahın anlattığı teması ortak ama karakterleri farklı hikâyeciklerden oluşuyor.

“Buhara Cellâtları” 1918 yılında ve zalim bir emir tarafından yönetilen ve zulmün, hırsızlığın, rüşvetin ve cinayetlerin egemen olduğu bir Buhara’da geçiyor. Devrimden sonra, 1920 yılında Kızıl Ordu’nun Sovyetler’e katmasından önceki Buhara Emirliği’nin resmini hayli sert ve katı çizgilerle ve her gün yüzlerce kişiyi öldüren ve sonra ortadan kaldıran cellatlar üzerinden anlatıyor yazar. Bunu yaparken de ortak temalar etrafında (zulüm, şeriat baskısı, dinsel yozlaşma, adaletsizlik, halkın sömürüsü vs.) dönen farklı hikâyeleri cellatların ağzından aktarıyor bize. Ayni’nin devrim taraftarı olduğu ve 1920’li yıllarda devrimin halk arasında benimsenmesi için çalıştığını düşününce, hayli olumsuz çizilen bu Buhara resminin devrimin neden gerekli olduğunu anlatmak gibi bir işlevi olduğunu söylemek mümkün. Tıpkı “Tefecinin Ölümü” adlı kısa romanda olduğu gibi Ayni’nin yazılı bir edebiyattan belki daha da fazla sözlü bir edebiyata yakın durduğunu söyleyebiliriz sanırım bu ilk hikâyede. Bir başka deyişle adeta bir hikâyecinin etrafına topladığı insanlara anlattığı ve kesinlikle “Doğu kültürü” esintisini taşıyan hikâye(ler) bunlar. Birbirlerine benzerlikleri nedeni ile zaman zaman tekrar havası yaşatsa da ve yazarın bir “mesaj” kaygısının olduğu kendisini sık sık hissettirse de Doğu’nun havasını taşıyan satırlar kesinlikle bir çekicilik taşıyor.

“Tefecinin Ölümü” adlı kısa roman ise ilk esere göre tek bir karakter etrafında dönüyor olması, daha doğrusu tek bir ana hikâyeye sahip olması ile farklılaşıyor ama burada da bu ana hikâyeden daha kısa olsa da ikinci bir ana hikâyeye yer vermiş yazar ki kesinlikle ayrı bir hikâye olabilirmiş bu. Bu kez bir tefeci karakteri üzerinden, yine devrim öncesindeki Buhara’da adaletin nasıl yozlaştığını ve zenginlerin ve idarecilerin halkı nasıl sömürdüğünü anlatıyor yazar ve atla karlı bir havada yapılan bir yolculuğu anlattığı bölüm dışında yine daha çok karşısındakilere mesajı olan/ders çıkarılacak hikâyeleri anlatan bir kişi edası ile oluşturuyor satırlarını.

Doğu’nun esintilerini taşıyan bu iki ayrı eserin karşımıza getirdiği yönetici ve sistem tasvirinin bugün belki biçimsel olarak farklı ama özünde aynı olan problemleri hatırlattığını da söylemek gerekiyor. “Doğu”nun makus talihindeki baskıcı yönetimler ve din sömürüsü örneğin, bugün de aynı sıcaklığı ile hayatımızda değil mi?

(Visited 1.301 times, 17 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir