Philomena – Stephen Frears (2013)

“Komik değil mi? Onu bulmanı sağlayacak tüm belgeler yok olmuş, ama şu işe bak, onu bulmana engel olacak tek belge çok iyi korunmuş. Tanrı ve onun sonsuz hikmeti o belgeyi alevlerden kurtarmış”

Evlilik dışı doğurduğu çocuğu rahibeler tarafından elinden alınaarak bir aileye evlatlık verilen İrlandalı bir kadının ve ona çocuğunu bulmak için yardımcı olmak ve buradan bir hikâye çıkarmak peşindeki bir gazetecinin hikâyesi.

Gazeteci Martin Sixsmith’in “The Lost Child of Philomena Lee” adlı kitabından Jeff Pope ve filmdeki gazeteci rolünü ve ortak yapımcılıklardan birini üstlenen Steve Coogan tarafından uyarlanan ve Stephen Frears’ın yönettiği bir film. Sixsmith’in kendisinin bir parçası olduğu hikâyeyi anlattığı romanının ana akım sinemanın kalıpları içinde ilerleyen bir uyarlaması olan film öncelikle İrlandalı kadını oynayan Judi Dench’in müthiş performansı ile dikkat çekiyor. Bunun yanında son yıllarda gittikçe artan bir hızda ortaya çıkan ve kilisenin yakın zamanlara kadar neden olduğu skandalların bu kurum içindeki temsilcilerine saldırmaktan imtina etmeyen yapısı ve kadın ile gazetecinin inanç ve din konusundaki zıt tutumlarının yarattığı içsel gerilimi ile dikkat çekiyor film. Buna karşılık Stephen Frears’ın filmi ticari sinemanın kalıplarından hemen hiç ayrılmadan ilerliyor ve sinema dili açısından yeniliklere kapısını tamamen kapalı tutarak, sık sık duygusal ve usta bir zanaatkârlıkla yönetilmiş bir televizyon filmi havasına bürünüyor.

BBC’de Moskova ve Washington muhabirliği yapmış, Blair hükümetinde danışman olarak çalışmış gazetecinin ve elli yıla yakın bir süre önce elinden alınmış çocuğunun akıbetini öğrenmeye çalışan İrlandalı ve “iyi bir katolik” olan kadının birlikte çıktıkları arayış yolculuğunun hikâyesini anlatıyor film. Bunu yaparken de bir yandan -kapanış jeneriğinde de belirtildiği gibi- binlerce benzeri olan bir trajediyi ve bu trajedide kilise görevlilerinin rolünü pek de yumuşak olmayan bir dille anlatıyor, diğer yandan da agnostik olarak tanımlayabileceğimiz gazeteci ile sıkı bir katolik olan kadının dine yaklaşımları üzerinden hikâye ile de hayli iyi uyuşan bir gerilimi getiriyor karşımıza. Hamile kaldığı gece yaşadığı mutluluğu “bu denli harika olan bir şey yanlış olmalı” diye tanımlayan ve katolik inancının derin izlerini taşıyan kadının “işlediği günah” ve bunun karşılığında, kalmak zorunda bırakıldığı manastırda kendisine ve çocuğuna yapılanlardan dolayı duyduğu kızgınlık ve mutsuzluk duyguları üzerinde seyircisini de düşünmeye davet eden -ama ticari bir film olduğunu unutmadan, bunu seyircisini çok da zorlamayarak yapmayı tercih eden- yapısı ile de dikkat çekmeyi başarıyor. Hikâyenin sonunda, temel olarak iki baş karakter de baştaki düşüncelerinden ve yaklaşımlarından farklı bir noktaya gelmiyorlar ama yine de her ikisinin de bir sorgulama içine girdiğini söylemek mümkün. Örneğin gazeteci başta sadece iyi bir hikâye olarak yaklaştığı trajedinin içine girdikçe soğukluğunu bir kenara koymaya ve din açısından da düşüncelerini değiştirmemekle birlikte, en azından kadını anlamaya çalışıyor. Kadın ise tam da bir katolik öğretisine uygun olarak, kendisine onca acı yaşatan rahibelere “seni affediyorum çünkü öfkeli kalmak istemiyorum” dese de hikâyesinin baştaki tereddütüne rağmen basılmasına izin vererek kendisi için hayli radikal bir adımı atmış oluyor.

Film iki karakteri arasındaki bu farklılıktan genellikle iyi kullandığı bir gerilim üretmeyi başarıyor (ki burada Judi Dench’in ustalığına bir kez daha şapka çıkarmak gerekiyor) ve bu gerilimin yanına yine aynı karakterlerin bir çatışmasını daha koyuyor. Adamın hafif snob entelektüelliğinin karşısında kadının “sıradanlığı” var ve bu farklılık bu kez bir gerilimin değil, daha çok hafif bir mizahın kaynağı oluyor ve hikâyeye de yakışıyor açıkçası. Filmin eleştirisinin odağında sadece kilise yok, izi sürülen çocuğun üzerinden Amerikan muhafazakârlığının ikiyüzlülüğünün de üzerine gidiyor hikâye. Tüm bunları yaparken en büyük desteğini de Judi Dench’in oyunculuğundan alıyor. Stephen Frears’ın bildik kalıplar içinde ilerleyen yönetmenliğinde, en sıradan sahneyi bile “canlandırıyor” bu büyük oyuncu. Örneğin gazetecinin yıllar önce oğlu ile tesadüfen karşılaşmış olduğunun keşfedildiği sahnede, kadının gazeteciden bir el sıkma ve merhaba kelimesinden oluşan kısa bir anı anlatmasını, detaylandırmasını istediği sahnede kelimenin tam anlamı ile döktürüyor ve bir annenin trajedisini elle tutulur hale gelecek kadar somutlaştırıyor.

Defalarca aday olduğu Oscar ödülünü nihayet bu yıl kazanan Alexandre Desplat’ın hikâye ile uyumlu ve profesyonel bir ustalığın örneği olan müziği eşliğinde anlatılan hikâyede zaman zaman yer verilen ve bir kısmı gerçek olan “amatör” çekimler de ek bir çekicilik kaynağı olarak kullanılmış Frears tarafından. Yönetmenin bunun dışında filme getirdiği bir çekicilik yok doğrusu ve Frears’tan çok herhangi iyi bir zanaatkâr (sanatçı değil!) yönetmenin elinden çıkmış gibi duruyor. Yine de filmini bir gözyaşı tuzağı olmaktan uzak tutmasını takdirle karşılamak gerekiyor. Affetmek üzerine olduğunu da söylememiz gereken film mantığı ve inancı temsil eder gibi görünen bir “tuhaf ikili”nin küçük mizah anları da olan bir yolculuk hikâyesi olarak da ilgiyi hak ediyor. Bir örneğini anlattığı trajedilerde kurumsal bir yapı olarak kilisenin (konu olan manastırı ve rahibelerini sıkı bir biçimde eleştiriyor ama kilise kurumundan hiç söz edilmiyor) ve devletin rolünden hiç bahsetmemesini ve problemi nerede ise bireysel bir boyuta indirmiş olmasını da eleştirmemiz gereken film, benzer konular etrafında dönen ve Peter Mullan’ın yönettiği 2002 yapımı “The Magdalene Sisters – Günahkâr Rahibeler” filminin sinemasal açısından kesinlikle gerisinde kalsa da ve örneğin o filmdeki sertliğin yanında yumuşak bir görüntüsü olsa da, ilgi gösterilebilecek, klasik bir dil ile yönetilmiş, iyi oynanmış bir film, özet olarak.

(“Umudun Peşinde”)

(Visited 69 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir