My Beautiful Laundrette – Stephen Frears (1985)

“Ben profesyonel bir iş adamıyım, profesyonel bir Pakistanlı değil. Yeni şirket kültüründe ırk diye bir sorun yoktur”

Pakistanlı bir İngiliz vatandaşının ve erkek arkadaşı olan beyaz bir İngilizin bir çamaşırhane açarak başarılı ve zengin olmaya çalışmalarının hikâyesi.

Britanyalı sanatçı (romancı, oyun yazarı, senarist ve film yapımcısı) Hanif Kureishi’nin orijinal senaryosundan Stephen Frears’ın çektiği bir Birleşik Krallık yapımı. 1980’li yılların önemli filmlerinden biri olan çalışma hem eşcinsel bir ilişkiyi merkezine alması hem de komedisini ve romantizmini aksatmayan ve hatta besleyen bir şekilde toplumdaki sınıf ve ırk konularına da değinebilmesi ile önemli bir eser. En azından bir yarı-kült olarak nitelendirebilecek olan film, özellikle Gordon Warnecke, Daniel Day-Lewis ve Saeed Jaffrey’in performansları ile dikkat çekerken, “eşcinsel sinema”nın da parlak örneklerinden biri olarak görülmeyi kesinlikle hak ediyor.

On bir yıldan uzun bir süre Birleşik Krallık’ın başbakanı olan Margaret Thatcher’ın -elbette olumsuz sonuçlarla- damgasını bastığı 1980’li yılların İngilteresi. Hikâyenin eşcinsel aşıkları olan Omar ve Johnny lise yıllarında tanışan ve özellikle Omar’ın ötekine hayranlığı ile şekillenmiş ilişkileri olan iki karakter. Johnny; Omar ve babasının Pakistanlı köklerine saldıran faşist bir geçmişi olsa da bugün o gruplardan uzaklaşmış ve serseri arkadaşları ile takılıyor daha çok. Omar ise eski bir sosyalist gazeteci olan ve “işçi sınıfının kendisinde yarattığı derin hayal kırıklığı” ile mutsuz bir şekilde yaşlanan hasta babası ile ilgilenen, Pakistan asıllı bir genç. Omar’ın babasının, oğlunu üniversiteye gidene kadar yanında çalışmaya gönderdiği kardeşi ise İngiltere’deki hayata tam bir uyum sağlamış, evli ve çocuklu olmasına rağmen, kendisine İngiliz bir metres de edinmiş bir iş adamı. Sadece bu üç karakterin bu kısa tanıtımının bile gösterdiği gibi Kureishi’nin senaryosu pek çok farklı temayı gündemine alan ilginç bir hikâye getiriyor karşımıza ve bunca farklı konuya değinen senaryo tüm bunları o denli bir ustalıkla birleştiriyor ki filmde -korkulanın aksine- ne bir kaosa neden oluyor bu konu çeşitliliği ne de bir mesaj filmine dönüşüyor Stephen Frears’ın bu keyifli filmi.

Filmi belki en iyi şu şekilde tanımlayabiliriz: Kureishi’nin senaryosu, Frears’ın yönetmenlik çalışması ve oyuncularının performansı ile film bize 1980’lerin ortasındaki İngiltere’den gerçekçi ama romantizmi unutmayan, sert ama keyifli ve en az bunlar kadar önemli olmak üzere hayli özgür bir havası olan bir resim çiziyor. Gordon Warnecke’nin Omar’ı ve Daniel Day-Lewis’in Johnny’si filmi bu farklı nitelemelerle tanımlayabilmemizin en önemli unsurlarından ikisi kesinlikle. Her iki karakter de toplumun normal kabul ettiğinin dışındalar ve çoğunluğun dışında kalıyorlar. Onları “normal”in dışında gösteren sadece eşcinsellikleri değil; sınıfsal olarak da öteki durumunda bu iki karakter. Omar ırkı nedeni ile her zaman farklı bir noktada dururken, Johnny bir alt sınıf üyesi olarak -özellikle de Thatcher’ın ülkesinde- toplumun asıl (ya da merkezdeki diyebiliriz) unsurlarından biri değil. İki oyuncunun birbirinden farklı havalar taşıyan ama müthiş bir şekilde birbirlerini bütünleyen oyun tarzları da bu iki karakteri keyifli ve ilginç kılıyor. İki oyuncu da -özellikle ikili sahnelerinde- o sırada onlarla birlikte olmayı istemenize neden olacak bir sıcaklık ve doğallık yayıyorlar bulundukları ortama ve Warnecki’nin daha açık (ve belki her zaman yeterince güçlü olmayan) , Lewis’in ise daha kapalı ve dokunaklı bir şekilde sergilediği keyifli olma halini her anlarında yansıtıyorlar seyirciye. Filmin sert bir sahnesinin ardından gelen romantik bir sahnenin ve oradaki eğlenceli romantizmin baş mimarları onlar kuşkusuz. Oyunculuklardan söz ederken, amca rolündeki Saeed Jaffrey’i atlamamak gerek; girişimci iş adamı olarak, hem sevip nefret ettiğini söylediği ama gayet keyifli bir şekilde yaşadığı ve dinin egemen olduğu yere (Pakistan’a) gitmek için terk etmeyi asla düşünmediği İngiltere’de insanın her şeye sahip olabileceğini, sadece sistemin “memelerini nasıl sağması gerektiğini” bilmesi gerektiğini söyleyen karakterini tüm komik, hüzünlü, güçlü ve zayıf yönleri ile karşımıza getirirken hayli eğlenceli bir performans sunuyor.

Kendisini dışarıda hisseden bir karakter daha var filmde: Omar’ın kuzeni ve ailenin Omar’a eş olarak uygun gördüğü Tania. İçinde yaşadığı aileden nefret eden bu genç kız “kaçabilmek” için Omar’ı bir araç olarak görse de bu desteği alamamanın (ve Omar’ın doğası gereği de alamayacak olmanın) hüznünü yaşıyor. Omar’ın diğer tercihlerinden de tam burada söz etmek gerekli belki de. Hayata kırgın olan babasının -bizde cumhuriyetin aydınlanma değerlerine bağlı tüm bireyleri gibi- okumaya ve eğitime verdiği öneme ve bu konudaki teşviğine rağmen Omar, Johnny ile birlikte süreceği bir yaşamın da aracı olan çamaşırhane işine kaymayı tercih ediyor ve babasının değerlerinin tam karşısında duran amcasının temsil ettiklerini ve kendisini pek de eleştirir görünmüyor. Çamaşırhane işi aracılığı ile bir sınıf atlama özleminden söz etmek doğru olmayabilir belki ama Omar’ın seçtiği yol ve hırslı karakterinin en azından babasının idealleri ile uyuşmadığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Onun bir sahnede Johnny için sempati ile sarf ettiği “Çünkü o alt sınıftan; özellikle istenmediği sürece içeri giremez. Tabii hırsızlık yapmıyorsa.” cümleleri Omar’ın Johnny’den üst sınıfta olduğunun (en azından onun öyle gördüğünün) iması ve bu bağlamda bakınca çamaşırhanenin Omar’ın değil, Johnny’nin sınıf atlamasının aracı olduğu/olacağı da söylenebilir.

Sınıf meselesini ustalıkla ele alan film, hikâyeye radikal veya sloganvari bir hava vermeden alttan alta bu temayı sürekli getiriyor önümüze. Amcanın İngiliz metresinin, kendisinin bu konumunu (ikinci kadın olmayı kabul etmesi) eleştiren Pakistanlı kıza kendisini anlamamasının normal olduğunu çünkü “farklı kuşaklardan ve sınıflar”dan geldiklerini söylemesi ile örneğin, senaryonun beklenenin aksine üst ve alt sınıf tanımlarını İngiliz ve Pakistanlı olmak üzerinden değil, zengin ve yoksul (sermaye sahibi olmak ve olmamak) olmak üzerinden yapması hayli ilginç ve doğru bir tutum. Finalde lavabo başındaki -ve doğaçlama havası da veren- sahnede iki âşığın görünümü filme çok etkileyici bir son getirdiği kadar bir iyimser hava da yaratıyor ama sınıf meselesi -babanın yitirdiği mücadelesinin kırgınlığının sonucu olan mutsuzluğu ile birlikte- filme damgasını vuruyor yine de.

Frears’ın mizanseni taşıdığı serbest havası ile aynı anda gerilim ve mizah gibi farklı uçlardaki unsurları geliştirebiliyor ve kesinlikle çok özgün bir hava katıyor filme. Hayli sert bir kavga sahnesinin bu denli etkileyici ve gerçekçi olabilmesi ama bunun ardından gelen sahnenin tüm o yumuşaklığının yine de bu denli doğal görünmesi, hikâye boyunca birer tehdit unsuru olarak hep ortada dolaşan serserilerin aynı zamanda birer mizah aracı da olabilmeleri veya Pakistanlı eşin yaptığı büyünün işe yaraması gibi hayli fantastik bir ögenin hiç rahatsız etmemesi ve filmin -sosyal- gerçekçi havasını hiç bozmamasının arkasında onun becerisi ve Oliver Stapleton’ın başarılı kamera kullanımı var kuşkusuz. Stanley Myers ve Hans Zimmer’ın filmin havasına uygun tonlardaki müzik çalışmasının eşliğinde anlatılan ve mizah anlarında güldürmeyi değil gülümsetmeyi hedefleyen hikâyede pek çok etkileyici sahne yaratmış Frears ki bunların arasında yukarıda bahsedilen finalin yanısıra tıpkı onun gibi değme aşk filmine taş çıkartacak birkaç bölüm daha var. Bunlardan birinde Omar karakteri kendisini ve yanındaki diğer iki Pakistanlı karakteri ırkçı sözlerle taciz eden ve arabalarına saldıran çete üyeleri ile karşı karşıya kaldığında kullanmakta olduğu arabadan iniyor ve kavga etmek yerine, biraz ileride sessizce bekleyen ve bu serserilerin arkadaşı olan Johnny’nin yanına gidiyor. Bir tutkuyu ve aşkı göstermenin bu kadar parlak (ve eğlenceli) bir örneği pek yoktur herhalde sinema tarihinde ve sadece bunun gibi anları için bile bu artık bir modern klasik olarak kabul edebileceğimizi filmi görmeli kesinlikle.

Metres rolündeki Shirley Anne Field’ın da hüzünlü karakterine uygun oyunu ile katkı sağladığı film, gerçek bir başarı örneği kesinlikle. Üzerinden geçen otuz üç yıla rağmen hâlâ taze ve yeni görünebilmek pek az filmin başarabildiği bir şey olsa gerek.

(“Benim Güzel Çamaşırhanem”)

Philomena – Stephen Frears (2013)

“Komik değil mi? Onu bulmanı sağlayacak tüm belgeler yok olmuş, ama şu işe bak, onu bulmana engel olacak tek belge çok iyi korunmuş. Tanrı ve onun sonsuz hikmeti o belgeyi alevlerden kurtarmış”

Evlilik dışı doğurduğu çocuğu rahibeler tarafından elinden alınaarak bir aileye evlatlık verilen İrlandalı bir kadının ve ona çocuğunu bulmak için yardımcı olmak ve buradan bir hikâye çıkarmak peşindeki bir gazetecinin hikâyesi.

Gazeteci Martin Sixsmith’in “The Lost Child of Philomena Lee” adlı kitabından Jeff Pope ve filmdeki gazeteci rolünü ve ortak yapımcılıklardan birini üstlenen Steve Coogan tarafından uyarlanan ve Stephen Frears’ın yönettiği bir film. Sixsmith’in kendisinin bir parçası olduğu hikâyeyi anlattığı romanının ana akım sinemanın kalıpları içinde ilerleyen bir uyarlaması olan film öncelikle İrlandalı kadını oynayan Judi Dench’in müthiş performansı ile dikkat çekiyor. Bunun yanında son yıllarda gittikçe artan bir hızda ortaya çıkan ve kilisenin yakın zamanlara kadar neden olduğu skandalların bu kurum içindeki temsilcilerine saldırmaktan imtina etmeyen yapısı ve kadın ile gazetecinin inanç ve din konusundaki zıt tutumlarının yarattığı içsel gerilimi ile dikkat çekiyor film. Buna karşılık Stephen Frears’ın filmi ticari sinemanın kalıplarından hemen hiç ayrılmadan ilerliyor ve sinema dili açısından yeniliklere kapısını tamamen kapalı tutarak, sık sık duygusal ve usta bir zanaatkârlıkla yönetilmiş bir televizyon filmi havasına bürünüyor.

BBC’de Moskova ve Washington muhabirliği yapmış, Blair hükümetinde danışman olarak çalışmış gazetecinin ve elli yıla yakın bir süre önce elinden alınmış çocuğunun akıbetini öğrenmeye çalışan İrlandalı ve “iyi bir katolik” olan kadının birlikte çıktıkları arayış yolculuğunun hikâyesini anlatıyor film. Bunu yaparken de bir yandan -kapanış jeneriğinde de belirtildiği gibi- binlerce benzeri olan bir trajediyi ve bu trajedide kilise görevlilerinin rolünü pek de yumuşak olmayan bir dille anlatıyor, diğer yandan da agnostik olarak tanımlayabileceğimiz gazeteci ile sıkı bir katolik olan kadının dine yaklaşımları üzerinden hikâye ile de hayli iyi uyuşan bir gerilimi getiriyor karşımıza. Hamile kaldığı gece yaşadığı mutluluğu “bu denli harika olan bir şey yanlış olmalı” diye tanımlayan ve katolik inancının derin izlerini taşıyan kadının “işlediği günah” ve bunun karşılığında, kalmak zorunda bırakıldığı manastırda kendisine ve çocuğuna yapılanlardan dolayı duyduğu kızgınlık ve mutsuzluk duyguları üzerinde seyircisini de düşünmeye davet eden -ama ticari bir film olduğunu unutmadan, bunu seyircisini çok da zorlamayarak yapmayı tercih eden- yapısı ile de dikkat çekmeyi başarıyor. Hikâyenin sonunda, temel olarak iki baş karakter de baştaki düşüncelerinden ve yaklaşımlarından farklı bir noktaya gelmiyorlar ama yine de her ikisinin de bir sorgulama içine girdiğini söylemek mümkün. Örneğin gazeteci başta sadece iyi bir hikâye olarak yaklaştığı trajedinin içine girdikçe soğukluğunu bir kenara koymaya ve din açısından da düşüncelerini değiştirmemekle birlikte, en azından kadını anlamaya çalışıyor. Kadın ise tam da bir katolik öğretisine uygun olarak, kendisine onca acı yaşatan rahibelere “seni affediyorum çünkü öfkeli kalmak istemiyorum” dese de hikâyesinin baştaki tereddütüne rağmen basılmasına izin vererek kendisi için hayli radikal bir adımı atmış oluyor.

Film iki karakteri arasındaki bu farklılıktan genellikle iyi kullandığı bir gerilim üretmeyi başarıyor (ki burada Judi Dench’in ustalığına bir kez daha şapka çıkarmak gerekiyor) ve bu gerilimin yanına yine aynı karakterlerin bir çatışmasını daha koyuyor. Adamın hafif snob entelektüelliğinin karşısında kadının “sıradanlığı” var ve bu farklılık bu kez bir gerilimin değil, daha çok hafif bir mizahın kaynağı oluyor ve hikâyeye de yakışıyor açıkçası. Filmin eleştirisinin odağında sadece kilise yok, izi sürülen çocuğun üzerinden Amerikan muhafazakârlığının ikiyüzlülüğünün de üzerine gidiyor hikâye. Tüm bunları yaparken en büyük desteğini de Judi Dench’in oyunculuğundan alıyor. Stephen Frears’ın bildik kalıplar içinde ilerleyen yönetmenliğinde, en sıradan sahneyi bile “canlandırıyor” bu büyük oyuncu. Örneğin gazetecinin yıllar önce oğlu ile tesadüfen karşılaşmış olduğunun keşfedildiği sahnede, kadının gazeteciden bir el sıkma ve merhaba kelimesinden oluşan kısa bir anı anlatmasını, detaylandırmasını istediği sahnede kelimenin tam anlamı ile döktürüyor ve bir annenin trajedisini elle tutulur hale gelecek kadar somutlaştırıyor.

Defalarca aday olduğu Oscar ödülünü nihayet bu yıl kazanan Alexandre Desplat’ın hikâye ile uyumlu ve profesyonel bir ustalığın örneği olan müziği eşliğinde anlatılan hikâyede zaman zaman yer verilen ve bir kısmı gerçek olan “amatör” çekimler de ek bir çekicilik kaynağı olarak kullanılmış Frears tarafından. Yönetmenin bunun dışında filme getirdiği bir çekicilik yok doğrusu ve Frears’tan çok herhangi iyi bir zanaatkâr (sanatçı değil!) yönetmenin elinden çıkmış gibi duruyor. Yine de filmini bir gözyaşı tuzağı olmaktan uzak tutmasını takdirle karşılamak gerekiyor. Affetmek üzerine olduğunu da söylememiz gereken film mantığı ve inancı temsil eder gibi görünen bir “tuhaf ikili”nin küçük mizah anları da olan bir yolculuk hikâyesi olarak da ilgiyi hak ediyor. Bir örneğini anlattığı trajedilerde kurumsal bir yapı olarak kilisenin (konu olan manastırı ve rahibelerini sıkı bir biçimde eleştiriyor ama kilise kurumundan hiç söz edilmiyor) ve devletin rolünden hiç bahsetmemesini ve problemi nerede ise bireysel bir boyuta indirmiş olmasını da eleştirmemiz gereken film, benzer konular etrafında dönen ve Peter Mullan’ın yönettiği 2002 yapımı “The Magdalene Sisters – Günahkâr Rahibeler” filminin sinemasal açısından kesinlikle gerisinde kalsa da ve örneğin o filmdeki sertliğin yanında yumuşak bir görüntüsü olsa da, ilgi gösterilebilecek, klasik bir dil ile yönetilmiş, iyi oynanmış bir film, özet olarak.

(“Umudun Peşinde”)

Liam – Stephen Frears (2000)

“Her günah işlediğinizde, İsa’nın acısına acı katarsınız”

Ekonomik krizin pençesindeki 1930’lu yılların İngiltere’sinde, Liverpool’da küçük bir çocuğun gözünden anlatılan bir yoksulluk, dinsel baskı ve faşizm hikâyesi.

İngiliz yönetmen Stephen Frears’ın bir aile ve özellikle ailenin en küçük çocuğu olan ve filme de adını veren yedi yaşındaki Liam üzerinden anlattığı hikâye Joseph McKeown’un “The Back Crack Boy” adlı kitabından uyarlanmış sinemaya. Özellikle strese kapıldığında veya heyecanlandığında konuşamayacak kadar kekeleyen çocuğun büyüklerin dünyasına şaşkınlıkla ve korkuyla baktığı film en büyük desteğini oyunculuklardan alan, eli yüzü düzgün anlatılmış (İngiliz ve Alman ortak yapımı filmin yapımcılarından birinin BBC olmasının garanti ettiği bir düzgünlük bu) ve sosyal duyarlılığı yüksek olan bir çalışma. Filmin bazı gelişmeleri yeterince aktaramaması ve BBC kalıplarının (burada kısıtlayıcı yanını vurgulayarak söylüyorum) dışına çıkamaması gibi kusurları var ama kesinlikle ilgi gösterilmeyi hak eden bir hikâye bu.

Hikâye tarihte Büyük Bunalım (İngilizcesi ile The Great Depression) olarak bahsedilen ekonomik krizin pençesinde kıvranan bir aileyi getiriyor karşımıza. Çalıştığı fabrika kapanan babanın işsiz kaldığı, büyük erkek çocuğun getirdiği paranın çok yetersiz olduğu, ailenin tek kızının zengin bir Yahudi ailenin evinde hizmetçilik yapmak zorunda kaldığı ve ne kira ne yiyecek için parası olan bir aile bu. Yoksulluğun getirdiği tüm acıların yanında ailenin en küçüğü Liam’ın başka problemleri de var. Gittiği Katolik okul dinsel içerikli eğitimini tüm dehşeti ile yansıtıyor ona ve korkunç bir günah korkusu içinde yaşamasına neden oluyor. Bir yandan da cinsel uyanıştan ziyade cinsel merakın yarattığı bir korku var baş etmeye çalıştığı. Bunların üzerine bir de babanın tüm ekonomik kriz dönemlerinde olduğu gibi yükselen milliyetçiliğin, daha net bir deyimle faşizmin çekiciliğine kapılması ve yoksulluğunun suçlusu olarak düşük ücretlerle çalışarak İngilizler’in işlerini ellerinden aldıklarına inandığı İrlandalılar’ı ve kendilerini sömürdüğünü düşündüğü Yahudiler’i görmesi sonucu bulaştığı işleri ekleyin. Tüm bunlarla baş etmek zorunda kalan aile bir de yine şehirdeki İrlandalılar’ın varlığı ile de körüklenen Katolik-Protestan çekişmesinin de parçası oluyor. Bu dinsel çekişme bazen bir şarkıdan kaynaklanacak (“Bir daha asla söyleme o şarkıyı. Protestan köpeklerin şarkısı o”) kadar hep canlı görünüyor ve dinin eğitimdeki yoğun yeri ile de beslenip duruyor. Bu arada özellikle işçiler arasında yayılmaya başlayan ve babanın komünist, oğlunun ise sosyalist olarak adlandırmayı tercih ettiği hareketlenmeler de var ortalıkta.

Jimmy McGovern’ın yazdığı senaryo hepsi birleşerek filmdeki trajik sonu yaratan birbirinden farklı ve yukarıda sıralanan bu unsurların kimilerini güçlü ve yeterli bir derinliğe sahip biçimde ele alırken özellikle birinde yetersiz kalıyor. Yobazlık denebilecek bir içeriği olan eğitimin temel amacı çocukların içinden hiç eksilmeyen bir günah duygusu yaratmak ve tüm hayatlarını bu korkunun gölgesinde yaşamalarını sağlamak. Film bu konuyu arada abartıya kaçsa da etkileyici bir şekilde ele alıyor ve Liam’ı canlandıran küçük oyuncu Anthony Borrows’un sürekli merak, korku ve hınzırlık ile dolu yüz ifadesini başarı ile kullanması sonucu hayli çarpıcı bir sonuç elde ediyor. Sınıfta, kilisede, evde veya sokakta her göründüğü sahnede adeta filmin derdinin ne olduğunu hatırlatıyor bize Borrows. Mezhep çekişmesi basit ama etkileyici bir şarkı söyleme sahnesinde olduğu gibi veya bireylerin dinsel inançlarını saklama veya öne çıkarma ihtiyacı duyduğu diğer sahneler ile hikâyenin entegre bir parçası olmayı başarıyor. Benzer şekilde yoksulluğun izlerini de hikâyesinde başarı ile sürmüş Frears. Ne var ki babanın “kara gömleklilere” katılma noktasına kadar ilerleyen süreci aynı yetkinlikte anlatamıyor bize filmimiz. Üstelik bu sürecin neden olduğu korkunç trajedinin sorumlusunu sanki hikâye boyunca sürekli eleştirdiği dinsel bir yaklaşıma kapılıp “ilahi” bir şekilde cezalandırması bu problemin boyutunu da artırıyor bir parça.

Babayı canlandıran ve kendisi de bir Liverpool’lu olan Ian Hart basit ama sağlam oyunu ile göz dolduruyor her zamanki gibi. Anne rolündeki Claire Hackett yine üzerine düşeni layıkı ile yaparken genç kızı canlandıran Megan Burns toplam iki filmden oluşan kariyerindeki bu ilk rolünde hayli başarılı bir performans veriyor. Oyuncularından aldığı sağlam performans ile kimileri eğlenceli olan hayli etkileyici sahneler yaratıyor Frears. Liam’ın kekelememek için şarkı söyleyerek kilisede günah çıkarması ve bu sahnenin müthiş finali veya yine onun rehinci dükkanındaki eğlenceli anları örneğin, çok başarılı. Frears teknik oyunlara nadiren girişiyor ve neden özellikle o anları seçtiği her zaman anlaşılır olmasa da karakterlerinin korku ve tedirginlik alanlarını eğik kamera açıları ile veriyor seyirciye akıllı bir şekilde.

Benzer BBC filmlerinin sosyal gerçekçiliğinin izlerini taşıyan, dönem filmi olmasına rağmen kostümler ve dekorlar içinde boğulmayan ve mesajlarında sosyal doğruculuğa saygı gösteren bir film bu ve yine benzer BBC filmleri gibi yenilik içermese de sağlam bir sinema dili ile anlatıyor derdini. Dinin üzerine fazlası ile gittiği düşünülebilir belki ama sonuçta -tam anlamı ile olmasa da- yedi yaşındaki bir çocuğun gözünden anlatılan bir hikâye bu. Sürekli olarak cehennem, sonsuz ceza ve lanetlenmek kavramları ile baş etmeye çalışan bir çocuğun algısı olarak görmek sanıyorum dinin bu filmdeki resmini. Hikâyenin trajik sonu ise sanki filme şematikliği ile bir parça zarar veriyor. Özetle, bir eleştirmenin deyimi ile bize hüzünlü bir güzellik getiren bu filmi görmekte yarar var.