“Dünyayı biz mahvettik, bunu yapan biziz. İnsanoğlu yaptı bunu. Güzel olan her şeyi, iyi olan her şeyi biz parçaladık. Şimdi, her şey yeniden başlıyor”
Nuh, tufan, gemisi ve insanlığın tufandan kurtuluş hikâyesi.
Tüm kutsal kitaplarda yer alan ve efsanelerde de kendisine yer bulmuş olan Nuh’un, Tanrı’nın yaşadıkları dünyayı kötülüğün ve yok oluşun toprakları haline getiren insanoğlunu cezalandırmak için meydana getirdiği tufandan insanoğlunu -onun tarafından seçilerek- nasıl kurtardığının hikâyesini anlatan filmi Darren Aronofsky yönetmiş ve kendisinin pek çok filminde farklı roller (yürütücü yapımcı, senarist ve oyuncu) üstlenen çalışma arkadaşı Ari Handel ile birlikte yazmış senaryoyu. Sonu belli olan bir “kutsal” hikâyeyi çekici kılmak için “gerçekten olanlara” elbette hayli eklemeler yapılmış ve doğal olarak bir efekt bombardımanına boğulmuş film. Hikâye basit ve basit olduğu kadar da, en azından zaman zaman, hayli zorlanmış görünüyor ve tüm bu zorlama anları o denli sırıtıyor ki epey de rahatsız ediyor. Tekniği gösterişli (ilgili dalların hiçbirinde Oscar’a aday olmaması ilginç), içeriği kof bu film sadece bu türden hoşlananlar için çekici olabilir.
Aronofksy ve Handel ikilisi, hikâyenin sonu ile bir gerilim yaratamayacaklarını bildiklerinden olsa gerek, bu hikâyeyi hem değişikliklerle hem de eklemelerle farklılaştırıp çekici kılmayı denemişler. Ortaya çıkan sonucun yarattığı gerilim “yan hikâyeler”inden öne çıkanlardan birinin Nuh’un oğullarının eş bulup bulamayacakları veya bir başka deyişle cinsel gerilimlerinin çözüme kavuşturulup kavuşturulamayacağı olduğunu söylersek, filmin düzeyi hakkında yeterli bir fikir vermiş oluruz sanırım. Kadınların erkeklere aile sağlamak üzere ve işte bu cinsel gerilimlerinin cevabı olarak yer aldığı hikâyeyi anlatan senaryonun iyi yönleri yok değil; örneğin insanlığın, günümüzde de tekrarladığı şekilde, yaşadığı yeri nasıl süratle yıkmaya yönelik olarak çalıştığını, iktidar sahiplerinin sıradan halkı emelleri için nasıl sadece bir araç olarak gördüğünü vs. sık sık ima ediyor, hatta altını da çiziyor. Tüm bunları arada hayli yoğunlaşan bir dinî söylemle yoğurmasına rağmen senaryonun bu yanına diyecek pek bir lâf yok. Ne var ki işte tüm o eklemelerin seyirciye yönelik olarak yapıldığı o denli açık ki bir süre sonra hikâyenin önemi olmadığını ve görsel efektlerin tadını çıkarmanın en iyisi olacağını düşünmeye başlıyorsunuz.
Nuh’un iki oğlunun “şehvet” hislerinin hikâyeye yapılan tüm eklemelerin ana kaynağı olmasının ciddiye alınacak bir yanı yok elbette ama belki bunu “yedi ölümcül günah”tan biri olarak yorumlayarak bir mazeret bulmak mümkün olabilir; sonuçta hikâye bu günahlardan kıskançlık, kibir ve gazap’a da yer veriyor (hikâye daha fazlasını da, hatta tüm günahları da içeriyor olabilir ama bunu anlamak için hikâyeye ilgi duymak gerekiyor ki bu da hayli zor). Karakterlerin bir parça iki boyutlu kaldığı (Nuh’un içine düştüğü korkunç ikileme rağmen üstelik) film, senaryodaki yetersizliği haklı olarak bol bol görsel güç kullanımı ile gidermeye çalışmış. Birkaç sahnede efektler sırıtıyor olsa da, başta tüm o hayvan karakterleri ve onların Nuh’un gemisine sığınma sahneleri olmak üzere film bu konuda parlak bir başarıya sahip. Buna ek olarak, karakterlerin parlak ışık önünde birer siluet olarak göründüğü kareler de yalın çarpıcılıkları ile hayli çekici bir görünüme sahipler ve hikâyenin “kutsal ve trajik” içeriğine uygunlukları ile ayrıca önem taşıyorlar. Benzer bir başarıya “bir dakikada dünyanın yaratılışı” sahnesinde de erişmiş film.
Nuh’u “kusursuz bir peygamber” olarak değil, Tanrı’nın üzerine bir misyon yüklediği, korkuları, tereddütleri ve hataları olan bir karakter olarak resmetmesi ile de doğru bir tercihte bulunmuş görünen film insanlığın yok olup olmayacağının kararını onun eline bırakmakla, kararı biliyor olsak da, doğru bir yola gitmiş. Hikâyesinin kusurlarını kesinlikle affettiremese de önemli bir yaklaşım bu. Finalde Nuh’un oğullarından biri aileyi terk edip, sırt çantası ile uzaklaşırken (dünya üzerinde o sırada ailesinden başka tek bir insan yokken ve herhalde yalnız başına yaşarken kıskançlık ve şehvetini giderecek daha iyi bir yol bulması mümkün değilken, bu yalnız kovboy sahnesi hayli komik duruyor elbette), benzer bir kaçma hissini ben de hissetmedim değil açıkçası. Yine de epikten korkuya, trajediden erotizme (ama ima edilen türünden olana sadece) uzanan geniş ilgi alanı, Nuh karakterinin üzerine almak zorunda kaldığı yükün altında nasıl ezildiğini gösteren yaklaşımı ve görsel efektlerin altında boğulmuş olsa da onun ve kimi diğer karakterlerin psikolojik boyutları ile ilgisini çekebilir kimilerinin bu film. Ne yapmasını bekliyorsanız onu (dolayısı ile kendisini) tekrarlayan Anthony Hopkins’in ve senaryonun kendilerine düşünecek/oynayacak bir alan bırakmadığı diğer tüm oyuncuların yanında, Nuh rolündeki Russel Crowe işini fazlası ile yapıyor ve karakterinin tüm ruh değşikliklerini etkileyici şekilde ortaya koyuyor; dolayısı ile o da bir neden olabilir filmi görmek için. Adem ile Havva’dan başlayan ilk denemeden sonra, Nuh’un ailesi ile başlayan ikinci denemenin de aile içi cinsel ilişkiler üzerine kurulu olması ise filmin problemi değil diyerek, üzerinde durmamak gerekiyor sanırım!
(“Nuh: Büyük Tufan”)