“Açılan dilim insanlardan bir lokma ekmek dilenecek, kulaklarım hakaret duyacak olduktan sonra, yaşasam neye yarar? Ben ölmek istiyorum! Ölmek istiyorum!”
Ailesinin bir yangında hayatını kaybetmesi üzerine, şehirdeki teyzesinin yanına sığınmak zorunda kalan bir köylü kızının hikâyesi.
1970 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ikincilik ödülü alan film Bülent Oran’ın senaryosundan Orhan Aksoy’un çektiği ve başrollerinde Hülya Koçyiğit ve Engin Çağlar’ın yer aldığı tam bir Yeşilçam örneği. Melodramdan romantizme ve hatta romantik komediye arsız bir şekilde dolaşıp duran film Yeşilçam’ın ne kadar klişesi varsa hepsini bünyesine toplamayı başarmış, bir başka deyiş ile, tam bir Yeşilçam senaristi olan Bülent Oran’ın heybesinde ne kadar malzeme varsa tümünü boca etmiş göründüğü bir çalışma. Katıksız Yeşilçam hayranları için, yine bir kötü karakteri muhteşem oynayan Aliye Rona için ve gençliğinin ve duru güzelliğinin zirvesindeki Hülya Koçyiğit (adını bir üzüm türünden alan karakterine, özellikle de kısa kesilmiş saçları ile oynadığı anlardaki güzelliği ile hayli yakışıyor) için görülebilir bir çalışma bu. Oran’ın senaryosunun içerdiği “tehlikeli” mesajlara karşı ise dikkatli olmak gerekiyor.
Bir dönem sağ eğilimli sinema yazarları 60’lı ve 70’li yılların Yeşilçam’ını “servet düşmanı”, “zengin düşmanı” olarak görür ve bu nedenle sert bir biçimde eleştirirlerdi. İlk bakışta doğru görünen bir yaklaşım bu: Gerçekten de eğer senaryoda bir kötü karakter varsa, bu hemen her zaman zengin birisi olur, zenginler yoksulları ezer, aşağılar vs., sahip oldukları ile yetinmeyen ve hep daha fazlasını isteyen bu karakterler bu uğurda çalmaya, sömürmeye devam ederlerdi. Yeşilçam’ın bu en popüler yıllarında, sinemanın geniş kitlelerin (ve özellikle orta ve alt gelirli grupların) tek eğlencesi olduğu ve yapımcıların bu “zengin olmayan” kesimlere hoş gelecek hikâyeler anlatmasının ticarî açıdan doğal olduğu düşünüldüğünde daha da doğru gelen bir iddia bu. Gerçekten böyle olup olmadığını veya daha insaflı bir şekilde söylersek, bunun her zaman doğru olmadığını değerlendirmek için “Kınalı Yapıncak” iyi bir araç olarak çıkıyor karşımıza. Köy muhtarının kimliğinde karşımıza çıkan ve daha sonra bahçıvanın kimliği ile de pekiştirilen bir şekilde yoksulların her türlü erdemle donanmış göründüğü hikâyede, onlar gibi alt sınftan olan ama üst sınıfa (zenginlere) biat ettikleri için acınası ve komik bir duruma düşen (düşürülen) karakterler de var ki her türlü saldırının da kaynağı oluyorlar filmde. Köşkün hizmetçisi olan kadın, bu bağlamda herhalde Yeşilçam tarihindeki “üst sınıfa biat etmiş, onun kapısında ettiği kullukla kendi sınıfını aşağılık gören” karakterlerin en belirgin örneklerinden biri olarak görülebilir. Haksızlık etmekten maddi ve manevi tacizlere, kandırmaktan sömürmeye her türlü kötülüğü yapıyor zenginler. Hepsi boş insanlar, kumar ve içki gibi kötü alışkanlıkları olan, insanlıktan nasibini almamış tipler kısaca.
Evet, zenginlere bu anlamda epey bir düşmanlığı var filmin ama gerçekten zenginlere mi yoksa “kötü zenginler”e mi bu düşmanlık? Hikâyenin ikinci yarısının gösterdiği gibi bu düşmanlığın paraya ve onun getirdiklerine olmadığı açık. Aksine para sayesinde çözülüyor tüm sorunlar; hikâye ön planda aksini iddia ediyor gibi olsa da seyirciye alttan alta giden mesaj paranın gücünü ve bu gücün doğru eller elinde hiç de kötü bir şey olmadığını vurguluyor sürekli olarak. Öyle ki genç adamın aşık olduğu zengin ve güçlü kadını terk ederek vicdanî sorumluluğu gereği seçmek zorunda kaldığı yoksul kadına gidişi acımaszca bir romantik komedinin parçası yapılıyor hiç çekinmeden. Neyse ki gerçek sonradan ortaya çıkıyor ve çiftimiz mutlu hayatlarına elbette zengin olarak devam ediyorlar. Bu örneğin de gösterdiği gibi zengini de servetini de kötü göstermiyor, aksine servet iyi bir şey ve sizin elinizde değerini bulacaktır diyor seyirciye film. Bu, seyirciye serveti ele geçirme çağrısı değil elbette; sadece kader ve elbette çalışma ile siz de kavuşabilirsiniz servete diyor Yeşilçam; en azından bu film bu iddiada. Bir sahnede adamın kadına söylediği gibi, galiba “kusur sizin servetinizde değil, bizim fakirliğimizde”!
Geçirdiği şoktan sağır ve dilsiz olan bir kadının geçirdiği bir başka şok sonucu tekrar konuşur ve duyar hale gelmesi Yeşilçam’ın filmde epey örneği olan klişelerinden sadece bir tanesi. Fena çekilmemiş bir yangın sahnesi ile açılan film, “mezarlık gördün, ney çal”dan sadece kağıt oyunu oynayan ve başka hiçbir şey yapmayan zenginlere, kötü karakterlerin göründüğü sahnelerde Batı tarzı müzikler, iyi karakterlerin olduğu sahnelerde yerli motifler taşıyan müzikler kullanmaya vs. klişeden klişeye atlayıp duruyor. Tüm bu klişelerin ortasında parlayan isim ise Aliye Rona: Yeşilçam’ın kendisine defalarca tekrarlattığı bir rolü, üstelik bu derece kaba hatlarla çizilmiş bir karakteri sadece o bu denli inandırıcı kılabilirmiş ve burada da döktürüyor ve her zamanki gibi ruhunu ve bedenini tüm boyutları ile karakterine vermiş görünüyor. Hülya Koçyiğit rolünde aksamıyor ve güzelliğini de emrine verdiği rahat oyunu ile işini yapıyor ama Engin Çağlar hayli donuk bir performans gösteriyor. Yan karakterlerden parlayan isim ise bahçıvan rolündeki Avni Dilligil. Sinemamızın romantizmin temsilcilerinden olan yönetmeni Orhan Aksoy araya sıkıştırdığı gün batımı görüntüleri gibi yapaylıklar bir yana türü melodramdan komediye, romantik komediden drama gidip gelen filmi ayakta tutmayı başarmış bir şekilde ve köpük baloncuklu dans sahnesi başta olmak üzere romantik anlarda kendisini daha rahat hissettiğini gösteriyor bize.
İnandırıcılık açısından da ciddi sıkıntıları olan (bahçıvanın uydurduğu işaret dili, tamamen çıplak bir kadının yanına bir erkeğin gelmesi üzerine iki eli ile birlikte göğüslerini kapatırken bizi peki vücudunun “daha hassas” bölgeleri için neden bir tedbir almıyor diye düşündürtmesi, hamile kalma zamanı ile bebeğin doğumu arasında galiba nerede ise sadece 4 ay olması vs.) film bunu elbette dert edenler için değil. Bizim de seyirci olarak dert etmemiz gereken daha büyük problemleri var filmin: Ortada -sarhoşluk gibi bir “mazeret” olsa da- bir tecavüz var ve bu cinsel şiddeti uygulayan erkeğe aşık olan kadının ondan tokat yiyince -her ne kadar adamı test etmek için giriştiği oyunun sonucu “hak edilmiş” bir tokat olsa da bu- aşkını ve gerçekleri itiraf etmesi adeta şiddetin aşkın vazgeçilmezi olduğunu söylüyor bize. Bunun bilinçli verilmiş bir mesaj olduğunu söylemiyorum elbette ama hikâye bu mesajı üretiyor sonuç olarak. Buna bir de şunu ekleyelim: Kadın adama nerede ise hiç tanımadan sadece yakışıklılığı nedeni ile aşık oluyor, adam da kendisine sürekli aşağılayarak yaklaşan bir kadına -herhalde- sadece güzelliği ve gücü nedeni ile aşık oluyor. Bülent Oran’ın senaryosu hayli vahim mesajlar iletip duruyor özet olarak.
Kahramanını açılışta Kerime Nadir’in “Saadet Tacı” kitabını okurken gösteren film, bir genç kızın yaşadığı onca talihsizlikten sonra, kendisini ezen zenginleri onların silahı ile vurmasını ve sonuç olarak onların sınıfına atlamasını anlatan bir Yeşilçam klasiği. Yukarıda eleştirilenlerin hemen hiçbirinin bu filme özgü olmadığını, filmin bunları hatırlamak için sadece bir vesile olduğunu belirtelim ve haksızlık etmeyelim filme. Bu, evet bir klasik ve tüm kusurlarına rağmen ve hatta o kusurlarının bir kısmı nedeni ile görülmeyi hak ediyor.