“Şu andan itibaren, takiye kurallarını uyguluyoruz: Sakalınızı kesin, kalabalığa karışın, görünmez olun, izlenmediğinizden her zaman emin olun. Gizli camilere bile gitmeyin, orada her zaman muhbirler olur. En önemlisi, acil durumlar dışında telefon kullanmayın. İşte ve ailenizin yanında aşırı içerikli konuşmalar yapmayın. Sigara ve alkol kullanın. Gerekirse ABD ve İsrail’i savunun ki sizden şüphelenmesinler. Şüphelenip size yaklaşanlardan uzak durun, karınız bile olsa uzaklaşın”
Kimliğini gizleyerek, Fransa’da eylem yapmayı planlayan radikal islâmcı bir grubun içine giren müslüman bir gazetecinin hikâyesi.
Fransız sinemacı Nicolas Boukhrief’in yönettiği ve senaryosunu Éric Besnard ile birlikte yazdığı bir Fransız yapımı. 2015 başlarında Fransa’da gösterime sokulması planlanırken önce Paris’teki, ardından da Kasım 2015’teki terör saldırıları nedeni ile vizyona çıkamayan film ancak 2016’nın Nisan ayında yer bulabilmişti kendisine Fransız sinemalarında. Tam da hikâyesinin anlattığı türden saldırılar nedeni ile gösterime bir türlü girememesi tuhaf bir tesadüf olduğu kadar, aynı zamanda tüm dünyada bugün hâlâ tüm sıcaklığı ile süren bir terör türünün sanat üzerindeki doğal yanasımasının da sonucu olsa gerek. Boukhreif’in filmi çok gündemde olan bir konuyu aksamadan anlatan ama bunu yaparken konusu ve karakterleri (İslâm adına eylemde bulunduğunu iddia eden teröristler) açısından hemen herkesin bildiği, okuduğu veya düşündüğü üzerine çok da yeni bir şey eklemeyen bir çalışma mahiyetinde kalıyor çoğunlukla. Gazeteci karakterinin içine düştüğü tehlikeli durumların neden olduğu heyecan zaman zaman konunun büyüklüğünün önüne geçiyor ve senaryonun “politik doğruculuk”tan hiç ayrılmaması da bir parça rahatsız ediyor ama yine de tehlikenin ne kadar yakınımızda ve hatta içimizde olduğunu hatırlatması ile ilgiyi hak eden bir film bu.
Babası Cezayirli, annesi Fransız olan (yönetmenin kendisinin de kökenleri böyle) ve dininin inandığı gereklerini de yerine getiren bir müslüman gazetecinin mesleği nedeni ile giriştiği ama olayların büyümesi nedeni ile kendisini kurtaramadığı gelişmeleri anlatıyor bize film. Kendisi dahil beş kişiden oluşan ve içlerindeki liderleri aracılığı ile kendilerine iletilen görevleri yerine getirmeye hazırlanan bir grubun içine giriyor gazeteci. Senaryo bu “içeriden” karakteri kullanarak üyelerin davranış kalıplarını ve düşünme (ya da kör inanç) biçimlerini bize çok yakından gösteriyor ki bu hikâye adına doğru bir tercih olmuş. Ne var ki gördüklerimiz/duyduklarımız pek yeni şeyler değil ve konuya ortalama bir ilgi gösterenlerin üç aşağı beş yukarı tahmin edeceklerini geçemiyor. Bu bir eksiklik film adına elbette ve hayli de önemli. Yine de filmin “bilinmeyen gerçekleri” ortaya dökme ve bu tür terörist örgütlerin içyüzünü gösterme gibi iddialı bir hedefi olmadığını da dikkate almakta yarar var. Boukhrief’in filmi daha çok Batı toplumlarını dehşete düşüren (ama kendilerinin bu konudaki payını pek de düşünmeden) bir konuyu polisiye ve gerilim kalıpları içinde anlatmayı hedeflemiş ve çok da güçlü bir biçimde olmasa da bu konuda hedefini yakalamış görünen bir çalışma.
Kör inançları sergileyen (adına öldürdüklerine inandıkları dinle ilgili aslında pek de bir şey bilmeyen; kiminle ne zaman, nasıl seks yapmalarının dinleri açısından kabul edilebilir olduğunu önemli bir konu olarak tartışanlar var karşımızda) film, karakterlerinin nedenlerini pek deşmiyor ve daha çok hikâye geliştikçe ortaya çıkan tereddütler, korkular ve itirazlarına ağırlık veriyor. Bu da bir problem kuşkusuz; çünkü film bize işte bunlar var ve tam da içimizdeler demekten öteye geçemiyor bu seçimi yüzünden. “Gerçek müslümanlar”ı incitmemeye özen gösteren, hatta finali ile onlara tam da inandıkları türden bir mucize armağan eden film belki politik açıdan doğru bir hassasiyet gösteriyor ama bu doğrunun sanatsal bir karşılığı olduğu tartışmalı bir parça. Başta gazeteciyi canlandıran Malik Zidi olmak üzere oyuncuların karakterlerine oturmuş göründüğü ve gerilimi destekleyen performanslar verdikleri filmin senaryosu, hemen tüm karakterlerini biraz kolaya kaçarak (bir takım şeylerin temsilcisi olarak belirleyerek) seçmiş görünüyor ve böyle olunca da oyuncuların kendilerini daha çok “aksiyon” sahnelerinde gösterebilmesine fırsat tanıyor. Film, kusurlarına ve zayıflıklarına karşın, tehlikenin ne kadar içimizde olduğunu göstermesi (daha doğrusu hatırlatması) nedeni ile ilgi çekebilir yine de. Teröristlerin yerleştikleri evin ve bulunduğu sokağın sıradanlığının farkına varan bir seyirci için tehlikenin ne kadar yakınında olduğu da çok net bir şekilde kendisini gösterecektir. Yönetmenin zaman zaman karanlık bir atmosfer yaratmayı başarması, hareketli sahnelerin genellikle heyecan verici bir biçimde oluşturulması, senaryonun karakterleri şeytanî varlıklar olarak göstermekten kaçınması ve Robin Coudert’in müziği filmi çekici kılabilecek diğer unsurlar olarak öne çıkıyorlar. Konusu nedeni ile dış sahneler için yerel yönetimlerden izin almakta zorlanan yönetmenin “sahte” bir senaryo hazırlayarak İslâmcı teröristlerin yerine Rus mafyasını koyması da Batı’nın, özellikle de Fransa’nın oluşumuna katkı sağladıkları İslâmcı terör gerçeği ile başının dertte olduğunun göstergelerinden biri olsa gerek.