“500 Mil yürürdüm / Ve bir 500 Mil daha / 500 Mil yürüyüp de / Kapında düşüp kalan adam olmak için”
Afganistan’daki savaştan terhis olarak ülkelerine dönen iki İskoçyalı askerin Edinburgh’daki sevgilileri ve aileleri ile yaşadıklarının hikâyesi.
İskoçyalı grup The Proclaimers’ın şarkılarından yola çıkarak hazırlanan “Sunshine on Leith” adlı sahne müzikalinin aynı isimli sinema uyarlaması. Stephen Greenhorn’un sahne müzikalini asıl olarak oyunculuğu ile tanınan İngiliz Dexter Fletcher taşımış beyazperdeye. Sonuç, genç ve taze bir soluğu olan, bir yandan klasik müzikallere göz kırparken bir yandan modern bir havaya sahip olabilen ve pozitif havası ile hayli çekici bir çalışma olmuş ve sadece müzikalseverlerin değil, tüm sinemaseverlerin keyifle izleyebileceği bir film çıkmış ortaya. Belki sinema sanatı açısından çok önemli değil ve hikâyesi -pek çok müzikalde olduğu gibi- tahmin edilebilir bir şekilde ilerliyor ama ağızda hoş, hem de çok hoş bir tat bırakan ve bittiğinde kendinizi mutlu ve insanlar için olan umudunuzun da dirildiğini hissedeceğiniz bir film olarak görülmeyi kesinlikle hak ediyor. The Proclaimers’ın şarkılarını bir müzikalin hikâyesine hiçbir zorlama hissettirmeden uyarlayan Stephen Greenhorn’un senaryosu, tecrübeli oyuncuların keyifli performanslarının eşlik ettiği başroldeki genç oyuncularının başarısı ve mizanseni ile sıcak, doğal ve gerçekçi bir hava yakalayan Dexter Fletcher’ın becerisi ile eğlenceli bir film bu.
İskoç aksanlarını hep korumaları ile bilinen The Proclaimers’ın (ikiz kardeşler Charlie ve Craig Reid’den oluşuyor grup) şarkılarından yola çıkan filmin ilk dikkat çeken başarısı senaryosunun akıllıca yazılmış olması; öyle bir başarı ki bu sanki şarkılar film için özel yazılmış gibi düşünüyorsunuz. Tüm şarkıları filmin oyuncuları tarafından seslendirilen çalışma The Proclaimers’a çok uygun bir biçimde oyuncularının İskoç aksanları ile ek bir keyif getiriyor karşımıza. Buna bağlı olarak, mekan ile karakterlerin İskoçlu olmak noktasında buluşmaları hikâyenin gerçekçiliğini artırıyor doğal olarak. Evet, gerçekçi bir müzikal bu: Karakterlerin davranışları, ait oldukları sınıfın özelliklerini göstermeleri, diyalogları ve tüm yaşananlar (ilişkiler, çatışmalar, kavgalar, ayrılıklar, aşklar, ihanetler vs.) hikâyeyi örneğin klasik bir Amerikan müzikalinin aksine gerçekçi bir konuma oturtuyor. Gerçekçi olmakla yetinmeyip, oyunculukları, sahnelenme biçimi ve hikâyesinin gelişimi ile aynı zamanda modern ve günümüze ait bir hikâye bu. “Kahkaha – gözyaşı – kahkaha” formülü ile ilerliyor hikâye ama o denli samimi ve doğal bir hava sergiliyor ki sürekli olarak bu formül sizden ne bekliyorsa yerine getiriyorsunuz; gülüyor, ağlıyor ve gülüyorsunuz özet olarak.
The Procliamers özellikle “I’m Gonna Be (500 Miles)” şarkısı ile tanınan bir grup ve şarkıları pek çok sinema filminde ve televizyon dizisinde de kullanılmış bugüne kadar. Onların şarkılarından yola çıkarak bir müzikal hikâyesi oluşturmak zorlu bir iş açıkçası ama Stephen Greenhorn bunun altından çok ciddi bir başarı ile kalkmış. Şarkılar filmde hem hikâyelerin ayrılmaz bir parçası olarak duruyor hem de keyifli sahnelerin önemli bir öğesi oluyorlar. Dinamizmi ve eğlencesi ile parlayan ve barda anıları anlatma sahnesinde kullanılan “Over and Done With”, dokunaklı aşk şarkısı “Make My Heart Fly”, hayli keyifli ve komik evlilik teklifi provası sahnesinin şarkısı “Let’s Get Married”, filmin mizanseni ile klasik müzikale en çok –ve biraz da gereksiz bir biçimde- yaklaştığı sahnesindeki “Should Have Been Loved”, “Letter From America”, mutluluk ve coşku veren finaldeki “I’m Gonna Be (500 Miles)” ve diğerleri… Oyuncuların kendilerinin seslendirmesi ile doğallıkları artan bir şekilde tüm bu şarkılar filme çok yakışmışlar.
Bir İskoçya hikâyesi bu ve “yerel” havasını -çok doğru bir tercih ile- hiç yitirmeden, herkese hitap etmeyi başarması da hayli önemli. Hikâyenin geçtiği Leith kasabasının takımı olan ve “Hibs” olarak tanınan Hibernian futbol kulübüne, Edinburgh ile Glasgow arasındaki çekişmeye veya İngiliz – İskoç atışmalarına göndermeler var epeyce ama bunlar farkında olanların ek bir keyif alacağı unsurlar sadece. Filmin yerel olanı koruyup hikâyesi ile evrensel duygulara ulaşması takdiri hak ediyor ve seyircilerine hangi kuşaktan olurlarsa olsunlar keyif vaat ediyor. Üç farklı ilişki ve aşk hikâyesi var filmde; biri 25 yıllık bir evliliğin, diğer ikisi ise henüz taze ilişkilerin nesnesi olan bu aşk hikâyelerine film hiçbirini ihmal etmeden ve hepsine aynı özenle yaklaşarak tüm bu ilişkileri birbirine keyifli bir biçimde bağlıyor. Beklenmedik terslikler sonucu üç erkeğin birden terk edildiği ve giden kadınlarının arkasından bakakaldıkları sahnedeki son kare bu bağlamda çok doğru ve yönetmen Fletcher ve görüntü yönetmeni George Richmond adına parlak bir başarı. Evli çifti oynayan Jane Horrocks ve Peter Mullan’ın tecrübeleri ile genç oyuncuların (Kevin Guthrie, Freyan Mavor, Antonia Thomas ve özellikle George MacKay’in) sıcak performanslarını da ustalıkla bir araya getirmiş yönetmen ve bir müzikalde olması gerektiği şekilde iyi bir takım oyunu almış oyuncularından.
İlişkiler, kararlar, bireysel özgürlükler, fedakârlıklar, bağlılıklar ve aile olmak üzerine bir basit hikâye bu. Her bir anını (hüzünlü anları da dahil buna) seyircisine kendisini iyi hissettirmek için kullanan ve bunu kesinlikle başaran (bir başka ifade ile söylersek, yaşam sevinci uyandıran) ve Edinburgh’a sıcak bir aşk mektubu yazan filmin öyle derin bir hikâyesi yok ve başarılı açılış sahnesinin vaat ettiği “karanlık” atmosfer de ne yazık ki pek korunmuyor (oysa hikâyeyi daha zengin kılabilir ve müzikali daha da gerçekçi ve günümüze ait kılabilirdi bu) ama yine de aşkın ve umut etmenin gücünü ve final sahnesindeki gibi birlikte dans edebilen bir halk olmanın güzelliğini hatırlamak için seyredilmesi gereken sade ve sıcak bir aşk hikâyesi bu.
(“Edinburgh’ta Aşk”)