“O kadar çok sınavdan geçtim ki! Hayatta kalmak için bu kadar çok çaba göstermem günah mı? Bunca kötü şey yaptıktan sonra hayatta kalmayı istemek günah mı?”
1921’de kız kardeşi ile birlikte ABD’ye gelen göçmen bir Polonyalı kadının hayatta kalma çabasının hikâyesi.
James Gray ve Rick Menello’nun orijinal senaryosundan Gray’in çektiği bir ABD yapımı. Karşılaştığı tüm güçlüklere karşı, kendisi ve hasta kız kardeşi için yeni bir hayat kurma mücadelesi veren genç bir kadının hikâyesini anlatan yapım öncelikle oyuncularının performansı ve usta görüntü yönetmeni Darius Khondji’nin çalışması ile dikkat çekiyor. Senaryosunun, olmaya çalıştığının aksine, kahramanının hikâyesini epik bir dil ile anlatmak için yeterli görünmediği filmin Cannes’da Altın Palmiye için yarışan filmler arasına seçilmesi de bir parça şaşırtıcı aslında çünkü film ne popüler sinemanın sağlam örnekleri arasında yer alabilecek bir güçte ne de sinema dili açısından bir yenilik, tazelik içeriyor. Buna karşılık -özellikle oyuncularının katkısı ile- ilgi ile izlenebilen, ticarî sinemanın rahat seyredilen anlatım biçimine sahip ve aksamayan mizanseni ile ilgi gösterilebilecek bir çalışma bu.
James Gray bu beşinci uzun metrajlı filmini o zamana kadar çektiği en iyi film olarak tanımlamış bir röportajda ama belki onun kariyeri için kabul edilebilecek bu “en iyi” tanımı, genel olarak sinema dünyası açısından bakıldığında daha çok “vasatın bir parça üstünde” tanımı ile değiştirilmeli gibi duruyor. Üç başrol oyuncusundan (Marion Cotillard, Joaquin Phoenix ve Jeremy Renner) özellikle Cotillard’ın, karakterini gerçek kılan, akıbeti için merak duygusu uyandıran ve onun ruhuna girmişe benzeyen performansı filmi temel olarak ilgiye değer kılan ve buna ek olarak bir de başarılı görüntü çalışmasından ciddi bir destek alıyor film. Ne var ki hikâye, kadının başına gelenler, inatçı mücadelesi, göçmen olmanın zorluğu, kadın olmanın zorluğu, iki erkeğin birden tutkusunun nesnesi olmak vs. gibi temalarla karşımıza gelirken, senaryo daha çok iyi bir fikirin yeterince geliştirilememiş hali gibi duruyor. Bunlar filmin ilgiyi hak etmesini engellemiyor neyse ki ama bir epik macera beklentisini yaratıp sonradan daha alçak gönüllü bir havada ilerleyen hikâye bir parça hayal kırıklığı da yaratıyor açıkçası.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan “İkinci Polonya Cumhuriyeti”nin Sovyetlerle giriştiği savaşta anne ve babaları öldürülen iki genç kadının gemi ile ABD’ye gelmesi ile başlıyor hikâye ve kardeşlerden biri hastalığı nedeni ile altı aylığına karantinaya alınırken diğeri de sınır dışı edilme riski ile karşı karşıya kalıyor. Bu ilk sahneden başlayarak, Cotillard’ın canlandırdığı genç kadın bir yandan ABD’de kalabilmenin yollarını ararken, diğer yandan kardeşinin tedavisi için gerekli olan parayı kazanmaya çalışıyor. İki erkek çıkıyor karşısına: Biri bir revüde “kadınları” ile gösteriler düzenleyen bir adam (Phoenix), diğeri ise sihirbazlık gösterileri yapan bir başkası (Renner). Her ikisi de kadına aşık oluyor hikâye ilerledikçe ve filme ilginçlik katan asıl aşk, içerdiği saplantılı tutku ve kötülük ettiği birine aşık olmanın tuhaflığını barındırması nedeni ile bu adamlarının ilkininki oluyor. Açıkçası senaryonun genellikle tanıdık görünen tüm öğelerinin içinde en orijinal görünen unsuru bu ve filme de cazibe katıyor kesinlikle. Senaryonun nerede ise oyuncularının performansının abartılı görünmesine neden olan güçsüzlüğü (diyaloglar ve hikâyenin gelişimi, öne çıkan oyunculukları boşa düşürüyor zaman zaman çünkü) içinde bu öğeyi James Gray’in yönetmenlik çalışması pek iyi değerlendiremiyor ne var ki. Bir final sahnesi çok daha etkileyici olabilir veya cinayet sahnesi sıradan bir melodramdakinden çok daha farklı bir şekilde çekilebilirmiş örneğin. Phoenix’in ve Renner’ın zaman zaman senaryoya rağmen karakterlerini ayakta tutabildiklerini söylemek gerekiyor ek olarak.
Filmi çekici kılan bir görsel atmosferi var üzerinde durulması gereken. Özellikle Ellis adasındaki sahnelerde Darius Khondji’nin kamerası kurmayı başardığı hüzünlü ve karanlık atmosfer ile ciddi bir katkı sağlıyor filme ve hikâyenin kimi eksikliklerini de kapatıyor. “Amerika Düşü”nün negatif bir resmini çizmesi ve bir kadının cesaret ve azim gerektiren hikâyesini anlatması ile önemli olan film sadece Cotillard’ın performansı için bile görülmeye değebilir aslında. Lehçe konuşabilmek için ciddi bir hazırlık yapan ve daha da önemlisi İngilizceyi bir Polonyalı gibi konuşmayı başaran oyuncunun performansı, özellikle kararsızlık ve işlenen “günah”ların vicdan azabının duyulduğu anlarda doruğa çıkıyor. Keşke senaryo -örneğin iki erkeğin ona neden bu denli tutku ile bağlandığını anlatamaması gibi- problemlere sahip olmasaymış; ama buna rağmen görülebilir bir çalışma bu.
(“Bir Zamanlar New York”)