“Egon yüzünden kaybettin, aynı egon yüzünden de bunu kaldıramıyorsun”
“Öldürme yetkisi”ni alan James Bond’un ilk görevinde, teröristlerin bankerliğini yapan bir adamın peşine düşmesinin hikâyesi.
Şimdilik son Bond olan Daniel Craig’in bu rolde ilk kez karşımıza çıktığı film Ian Fleming’in aynı adı taşıyan ve ajanımızı anlatan ilk romanından uyarlanmış sinemaya. Neal Purvis, Robert Wade ve Paul Haggis tarafından yazılan senaryoyu beyazperdeye taşıyan isimse 1995 tarihli “GoldenEye – AltınGöz”den sonra ikinci ve şimdilik son kez bir Bond filminin yönetmenliğini üstlenen Martin Campbell. Fleming’in aynı romanı hayli serbest bir biçimde ve üstelik bir komedi olarak 1967 yılında da filme çekilmiş ve Bond rolünde David Niven yer almıştı. Sadece Craig’in ilk Bond filmi olarak değil, aynı zamanda seriyi yeniden çok popüler kılan çalışma olarak da bilinen eser, ustalıkla çekilmiş sahneleri, romantizmin çok iyi oturtulamadığı havasına rağmen hikâyesi ve Bond’u insan olarak da ele alması ile ilgiyi hak ediyor. Kimi sinemaseverler için serideki en iyi örneklerden biri olan filmde Craig’in oyunculuk performansı da ayrıca dikkat çekiyor.
Prag’da geçen bir siyah-beyaz sahne ile açılıyor film ve Bond’un “00” ajanları arasına alınmasını sağlayan “iki infaz gerçekleştirme” koşulunu karşılamasını anlatıyor bize. Bond filmlerinden alıştığımızdan daha sert bir sahne bu ve Craig’in karakterine nerede ise “hayvanî” bir sertlik kattığının da ilk göstergesi oluyor. Bu sahnenin bağlandığı, klasik “bir silah namlusunun içinden çekilen ve görüntüye sağdan giren Bond’un birden dönerek kameraya doğru ateş etmesi” sahnesinin modernleştirilmiş havası bize yeni bir Bond ile karşı karşıya olduğumuzu söylüyor sanki. Kimi görsel değişikliklerin yanısıra, belki de bu sahnedeki en önemli değişiklik bu kez Bond’u sırtından görürken birden dönüp bize ateş etmesi. Ardından Bond filmlerinde her zaman önemli bir unsur olan jenerik geliyor ve tasarımı üstlenen Daniel Kleinman çok başarılı çalışması ile bir yandan eskilere saygıyı ihmal etmeyen, bir yandan da yüksek estetiği ile göz dolduran modern bir sonuç koyuyor önümüze. “Bond’un aşık olmasını da anlatan hikâyenin ruhuna uymadığı için” jenerikte çıplak kadın siluetleri kullanma geleneğine uymayan Kleinman, ağırlığı Bond’a ve hikâyenin önemli bir unsuru olan kumar oyununa veriyor. Çok şık ve zarif bir jenerik çalışması bu ve yine siluetler eşliğinde rulet masası ve tabancanın namlusundan çıkan oyun kağıtları gibi animasyonlarla epey keyif sağlıyor seyircisine. Jeneriğe eşlik eden Chris Cornell şarkısı ise kendi başına çekici olmakla birlikte bir Bond şarkısı sınıfına sokulabilecek düzeyde gerilim ve güç içermiyor açıkçası.
Çekimleri Çek Cumuriyeti, Bahamalar, İngiltere ve İtalya’da gerçekleştirilen, hikâyesi ise Çek Cumhuriyeti, Uganda, Madagaskar, İngiltere, İtalya ve Karadağ’da geçen bu Bond Filmi de diğerleri gibi hayli iyi kotarılmış pek çok heyecanlı sahneye sahip. Örneğin başlarda yer alan Madagaskar bölümünde hayvanların dövüştürüldüğü bir açık alanda başlayıp bir elçilik binasının avlusunda sona eren ve arada bir binanın içinde ve bir inşaat alanında devam eden sahne özellikle inşaat vinçlerinin tepesinde geçen anları ile hayli başarılı teknik açıdan. Bond’un onlarca silahlı insanı atlattığı, hem zekâsını hem bedenini etkileyici biçimde kullandığı ve adeta bir Rambo filminden alınmışa benzeyen (ve bu bağlamda bir parça fazla ileri gidilmiş gibi görünen) bu bölüm dinamizmi ile göz alırken, Bond’un filmdeki aksiyon kahramanı özelliğinin de altını çiziyor. Tıpkı burada olduğu gibi bir parça uzatılmış (anlaşılan filmi yapanlar hem kendilerinin hem de seyircinin tadını çıkarmasını istemişler buradaki teknik becerinin) görünen havaalanındaki aksiyon sahnesi de göz kamaştırıyor. Tüm bu aksiyonun tam karşı tarafında ise hikâyenin “romantizm”i duruyor. Bond’un aşkının objesi olan kadınla birlikte olduğu sahneler bir yandan hikâyenin gücüne katkı sağlarken diğer yandan bir parça zorlama (veya ucuz) görünüyor. Örneğin diyaloglar iki karakterin ilk kez karşılaştıkları ve trende geçen sahnede hayli parlak yazılmış (sözler üzerinden karşılıklı güç gösterisi kesinlikle etkileyici ve Bond’un karşısına onunla eş düzeyde bir kadın karakteri koyması ile de önemli ayrıca; elbette bu eşitlik bir yere kadar geçerli, sonraki bir sahnede kadın Bond’a sığınmak durumunda kalıyor çünkü!); buna karşılık ikilinin hikâyenin ilerleyen anlarındaki diyalogları bu düzeyin oldukça altında kalıyor ilginç bir şekilde.
Bond’un bu kez poker ve içki konusundaki ustalığına (doğaçlama olarak ve bir anda tarif ettirip yaptırdığı bir kokteyl müthiş beğeni topluyor) tanık olduğumuz hikâyenin yukarıda da belirttiğimiz gibi sertliği dikkat çekici. Örneğin otelin merdivenlerindeki oldukça uzun süren dövüş sahnesi hayli sert ve vahşi bir Bond karakteri çiziyor. İçki ile zehirlenen Bond’un kalp krizi geçirdiği sahne de benzer bir sertliğe sahip görünürken, Venedik’teki çöken bina sahnesi başarılı CGI efektleri ile ilgi topluyor. Kuşkusuz sertlikten söz ettiğimizde, Bond’un kötü adamların eline geçtiğinde (bu da bir Bond geleneği kuşkusuz; bir şekilde en az bir kez kahramanımız ellerine düşer kötü adamların) uğradığı işkenceden bahsetmemek olmaz. Bu kötü muamelede ajanımıza oldukça “hassas” bir yerinden işkence yapılırken, kameranın gösterdiği kadarı bile etkiliyor seyredeni sertliği ile.
İlginç bir şekilde Bond’un hemen tüm görevlerinde başarısızlığa uğradığı bir hikâye anlatan film serinin önceki filmlerinde olduğu gibi Fleming’in farklı romanlarından (veya hikâyelerinden) parçaları bir araya getiriyor yine. Örneğin Bond’un pokerde yendiği rakibinden kazandığı Aston Martin’in anahtarını alması sahnesi bu filme kaynak olan “Casino Royale” romanında değil, “Goldfinger”da yer alıyor. Craig’in kendi Bond’unu yaratabilecek yetenekte olduğunu kanıtladığı filmde, Judi Dench, Vera Green, Mads Mikkelsen ve Giancarlo Giannini de rollerinin içini çok iyi dolduruyorlar ve bir Bond filminin olmazsa olmazı olan “Bond Kızı”, “kötü adam” ve “M”yi keyifle canlandırıyorlar hikâye boyunca. Elli yılı aşkın bir süredir sinema perdelerinde görünen bir kahramana nasıl yeni bir ruh verilebileceğinin ve bir serinin nasıl tazelenebileceğinin parlak bir örneği olarak bile görülmesi gerekli bir çalışma bu aslında. Sébastien Foucan’ın Madagaskar’da geçen bölümdeki “freerunning – serbest koşu” olarak bilinen “spor”un örneklerini sergilediği müthiş becerisi ve hayal kırıklığına uğradığı bir sahnede kendisine martinisini “çalkalanmış mı karıştırılmış mı” istediğini soran barmene “umurumda mı sence” demesi gibi büyüleyici anları ise filmin seyir zevkini arttıran “bonus”ları olarak görülmeli.