Tonio – Paula van der Oest (2016)

“Bebek doğduğunda bir günlük tutmaya başlayacağım. Her gün yazacağım, hayatındaki her şeyi. 18’ine bastığında da günlüğü ona vereceğim”

Tek çocuklarını, 21 yaşındaki Tonio’yu bir trafik kazasında yitiren bir yazar ile karısının hikâyesi.

Hollandalı yazar A. F. Th. van der Heijden’in Felemenkçe yazılan romanlara verilen Libris ödülünü 2012 yılında kazanan ve kendi oğlunu benzer bir kazada kaybettiktan sonra yaşadıklarından esinlenen aynı adlı romanından uyarlanan bir Hollanda yapımı. Yabancı Dilde Film dalında Hollanda’nın Oscar’a aday gösterdiği filmin senaryosunu Hugo Heinen yazarken, yönetmenliği Paula van der Oest üstlenmiş. Oğlunun tanımı ile “sadece gerçekten yaşanmış hikâyeleri yazan” romancının karşı karşıya kaldığı trajedinin hikâyesini geriye dönüşlerle anlatıyor film ve kurgu ile gerçeğin çok yakından örtüşmesinin de verdiği ve hikâyenin tümüne yayılan bir hüzün ve acı duygusu ile dile getiriyor derdini. Duygusallığı bir ticarî filmin yaklaşımından uzak durarak ve çoğunlukla dozunda denilecek bir şekilde kullanan film ikinci yarısında bir parça tekrara düşmüş gibi görünse de hikâyesinin trajikliğinin ve bunun gerçek olmasının da “katkı”sı ile etkiliyor seyredeni. Kendi hayatından ve üstelik acı bir parçasından yola çıkarak üreten bir yazarın bu yaratıcılık serüveni ise -belki her anı yeterince güçlü işlenmiş olmasa da- kendi başına yeterli bir neden filmi görmek için.

Filmin oluşum kaynakları başlı başına ilginç: “Alter ego”su olan Albert Egberts karakteri üzerinden kendi hayatını anlattığı bir dizi romanın yazarı A. F. Th. van der Heijden ve “Tonio” adlı romanını da kendi oğlunu bir kazada kaybettikten sonra yazmış. Her ne kadar andığım dizinin bir parçası olmasa da bu roman, benzer bir yolu izliyor ve yazar bir babanın (ve eşinin) oğullarının kaybı ile baş etmeye çalışmasını anlatan bu hikâyede yine kendi hayatından yola çıkıyor. Kendini ve yaşadıklarını anlatan bir hikâye yazmak bir yandan belki kolay görünen (çünkü elinizde bir şekilde hazır bir malzeme vardır) ama öte yandan “gerçekliği” ve “dürüstlüğü”nün her zaman sorgulanmaya açık olması nedeni ile aslında epey de zorlukları beraberinde getiren bir tercih. Tanık olduklarınızın gerçek olduğunu ve genç adamın ebeveynlerinin benzer bir acı yanı olan süreçten geçtiklerini bilmek, kuşkusuz filmin etkileyiciliğini artırıyor. Yönetmenin hikâyeyi zorlama bir duygusallıktan uzak tutarak anlatması ve bunu trajedinin etkisini azaltmadan yapmayı başarması da film için ciddi bir artı puan olmuş. Çocuğunu kaybetmek veya bir başka ifade ile söylersek, bir ebeveynin bir çocuğunun ölümüne tanık olması kuşkusuz çok korkunç bir durum ve film bu kaybın boyutunu sömürmeden ve yalın bir dilin tercih edildiği sadelik içinde anlatarak takdiri hak ediyor. Kazadan sonra geriye dönüşlerle bize anlatılan, çocuğun doğması (ve buna vesile olan gece), büyümesi ve özgür bir birey olması ve işte tüm bu zaman boyunca biriken anıların, kaybı bir yandan daha dayanılmaz kılmasını ve bir yandan da aslında dayanabilmek için güç vermesini, yaşananlara saygısını koruyarak anlatıyor film bize.

Filmin -kaynak romandan gelen- bir kozu ise babanın yazar olması ve sadece gerçek hikâyeleri yazmayı tercih etmesi. Bu durum babanın yaşanan kazayı hayal etmesini, an be an yeniden kurgulamasını ve bunun acısı ile baş etmek zorunda kalmasını da anlatmasını sağlıyor bize filmin ve tam da bu bağlamda hem güçlü hem de zayıf (daha doğrusu yeterince güçlü olmayan) yanı ortaya çıkıyor hikâyenin. Bir acıyı anlatmak o acıyı azaltır mı çoğaltır mı, sanatçının yaratma sürecinin odağına kendisini koymasının sonucu ne olur veya kişi kendi yaşadıklarını anlatırken ne kadar dürüst olabilir gibi pek çok soruyu sormanızı ve cevapları üzerinde düşünmenizi sağlaması ve bunu hikâyesine zarar vermeden- yaptırabilmesi filmin güçlü yönünü oluşturuyor. Buna karşılık bu temayı sinema dili açısından yeterince güçlü işleyemiyor film ve seyirciyi de bir ikilemde bırakıyor ayrıca. Babanın kaza anının görüntülerini izlemek istemesini (ve tereddüt etmesini vs.) örneğin bir babanın tepkisi olarak mı yoksa bir yazarın yazacağı romanın en trajik bölümünü görmek istemesi olarak mı yorumlamalı? Bunların ikincisi baba karakterinin sanatçı bencilliği üzerine düşünmeye götürüyor bizi ki doğal olarak rahatsız ediyor bu. Filmin bu ikilemi yaratmak yerine birini tercih etmesi ve seyirciyi ortada bırakmaması daha doğru olurdu açıkçası.

Hikâyenin bugünü ve geçmişi paralel olarak anlatması doğru bir tercih olmuş ve zaman zaman sizden gözyaşı bekleyen sahnelerin etkileyici kurgusuna da imkân vermiş. Genç adamın çocukluğunda çizdiği bir resim, Fransa’daki bir köy evindeki sahne veya çocuğun fotoğraf tutkusu gibi öğeler bu sayede sizi yüreğinizden yakalayıveriyor. Kazanın haberinin alındığı sahnenin tekrarı gibi başka anları da var filmin seyirciyi kesinlikle etkileyecek olan ve hikâyedeki -beklenen şekilde yer alan ama yine belli bir özenle kullanılmış görünen- pişmanlık, suçluluk duygusu ve kendini sorgulama gibi öğelerle birlikte filme değer katan. Filmin önemli anları arasında babanın, oğlunun beğendiği ve fotoğraflarını çekmek istediği bir kızla kendi evlerindeki zamanı hayal ettiği ve bu hayalinde “tanık oldukları”na müdahale etmeye çalıştığı bölümü de saymak gerek. Etkileyici ve hüzünlü bir bölüm bu ama filmin kimi anlarındaki zarif estetiği nedense burada esirgemiş yönetmen ve gereğinden fazla doğrudan çekmiş bu bölümü. Aslında babanın finale doğru olan sahneleri (başta gece kulübündeki olmak üzere) benzer şekilde filmin genel havasından ayrı düşmüş görünüyor. Bunda belki de tüm bunların adamın yazdığı/yazacağı romanla ilişkili olarak düşünülmüş olmasının payı vardır ama yine de üslup farklılığı dikkat çekiyor.

Filmin üç başrol oyuncusu da rollerinin hakkını vererek karakterlerini doğal kılmayı başarmışlar. Yazarı oynayan Pierre Bokma ile eşini oynayan Rifka Lodeizen arasındaki yaş farkı (on yedi yaş büyük Bokma) Fransa’daki gençlik sahnelerinde bir parça rahatsız ediyor ama her iki oyuncu da içinde kesinlikle bir güç barındıran sade oyunculukları ile bunu önemsiz kılmışlar. Genç oyuncu Chris Peters’i de bu iki tecrübeli oyuncuya ustaca eşlik edebildiği ve karakterini yaşının tüm özellikleri ile dengeli bir biçimde canlandırabildiği için tebrik etmek gerekiyor.

İsmini anmamız gereken bir diğer isim ise kurguyu üstlenen Sander Vos. Sadece geçmiş ile gelecek (“hayat” ile “ölüm”) arasındaki geliş gidişleri değil, sahnelerin kendi içlerindeki geçişleri de çok iyi kurgulamış ve hikâyenin “hüzünlü şiir” havasına katkıda bulunmuş. Anne karakterinin bir parça geride kaldığı, görüntü yönetmeni Guido van Gennep’in sahnelerin ruhuna uygun renk tonları ve ışık tercihleri ile çarpıcı bir iş çıkardığı ve çocuğunu yitirmek ile baş etmeyi (ya da bunun imkânsızlığını) düzeyli bir biçimde anlatan bu filmi görmekte yarar var.

(Visited 243 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir