“Sen göz kamaştıran bir hayata özendiğin için yuvarlandın bu batağa. Seni uçuruma iten ihtirasın oldu, ben değil”
Birbirlerine aşık iki yoksul genç, kadına aşık zengin bir genç, yanlış anlamalar ve çekilen acıların hikâyesi.
Yönetmen koltuğunda Halit Refiğ’in oturduğu tipik bir Yeşilçam filmi. Senaryosunu Bülent Oran ve Muzaffer Arslan’ın birlikte yazdığı film, bu sinemanın ne kadar klişesi varsa hepsinin kullanıldığı bir çalışma ve aynı hikâyenin hiçbir rahatsızlık duymadan tekrar tekrar nasıl anlatıldığının da çarpıcı bir örneği. Türkan Şoray’ın güzelliği ve şıklığı ile çoğunluğu onun gazino/gece kulübü sahnelerinde olmak üzere Semiramis Pekkan’ın sesinden dinlediğimiz şarkılar bugün bu filmi görmek için geçerli nedenler olabilir ancak.
Ulusal Sinema akımının teorisyeni Halit Refiğ’in kendisi gibi bu sinemanın içine yerleştirdiği Metin Erksan’ın 1969 yılında, bu filmden iki yıl önce, çektiği “Reyhan” ile alıştığımız Yeşilçam tekrarlarının bile açıklayamayacağı oldukça benzer bir yanı var hikâyenin. Her iki filmin de senaryosunun Oran ve Arslan’a ait olduğunu ve ilk filmi yöneten Arslan’ın bu filmde yapımcılık rolünü üstlendiğini düşününce daha da tuhaflaşıyor durum. Tuhaflaşıyor çünkü bu yakından benzerlik ne “bir siyah beyaz filmin renkli olarak yeniden çekilmesi” veya “eski bir filmin yeni ve popüler oyuncularla yeniden çekilmesi” gibi Yeşilçam alışkanlıkları ile izah edilebilir bir durum. Üstelik yönetmen değişikliğinin, bir başka ifade ile söylersek Refiğ’in yönetmen koltuğunda oturmasının da bir fark yaratmadığı bir çalışma bu; çünkü Refiğ’in yönetmen olarak yarattığı tek farklılık bir iki sahnede Yeşilçam’ın yapmayacağı bir şekilde fazlası ile yakın planlar kullanmak olmuş. Hikâyedeki benzerlik yoksul gençlerin aşkını araya giren bir zengin adamın bozması, kadının namusunun -elbette- hikâyenin odağında olması, yoksul adamın hapse düştükten sonra zengin olup intikamını alması, yanlış anlamalar, “oturup iki dakikada çözülebilecek” bir anlaşmazlığın (ve/veya yanlış anlamanın) bir trajediye neden olması gibi hususlar değil sadece. Filmlerin ilkinde erkek dolmuş kullanan bir şoförken burada erkek karakter motosiklet kullanan bir panayır/lunapark cambazı, ilk filmde olduğu gibi ikincisinde de zengin adamın kadın karaktere dokun(a)maması, iki filmde de kadının annesinin kızını zengin adamla birlikteliğe kendi sonunu göstererek teşvik etmesi, çekişme konusu ile hiç ilgisi olmayan bir genç kızın intikam oyununun aleti yapılması veya erkek kahramanın yakın arkadaşının çok daha aklı başında bir karakter olması gibi hayli ince detaylar da aynen tekrarlanmış ilginç (ya da ilginç olmayan!) bir şekilde.
Trajik bir hayat sürmekte olan kadının şen şakrak seslendirdiği şarkılar filmin en önemli kozu olsa gerek. Refiğ’in bu şarkı söyleme sahnelerini bir romantik filmde veya bir komedide nasıl çekilecekse öyle çekmesi sinemaya bir parça saygısı olanlar için bir hakaret ama bu konulara hiç girmeyelim, yoksa içinden çıkmak mümkün olmayabilir! Açılış jeneriğinden başlayarak dönemin popüler şarkıları Seramis Pekkan’ın sesi ve Türkan Şoray’ın güzelliği ile sık sık karşımıza geliyor filmde. “Sen Ne Dersin de Olmaz”, “Artık Sevmeyeceğim”, “O Karanlık Gecelerde” ve “Gülelim Sevelim” şarkıları bazıları bir defadan fazla olmak üzere karşımıza çıkıyor ve itiraf etmeli ki Türkan Şoray da şık kıyafetleri ve tüm güzelliği ile bu sahneleri epey keyifli kılıyor. Örneğin “Gülelim Sevelim” şarkısındaki dans performansı çok başarılı ve filme kesinlikle sıkı bir çekicilik katıyor. “Sensiz Yıllarda” şarkısının da enstrümantal olarak yer aldığı filmde kimi yabancı filmlerden aşırılmış müzikler de kullanılmış elbette.
Aşıkların -doğal olarak- ağaçların arasında birbirlerini kovaladığı, şarkıcının eline tutuşturulan bir kağıda sadece bir kez göz atarak daha önce hiç duymadığı bir şarkıyı baştan sona üstelik dansı ile de eşlik ederek söyleyebilmesi, 18 yıl ceza alan bir adam dışarı çıktığında hiç kimsede en ufak bir değişiklik bile olmaması, sadece gitarın çalındığı bir sahnede nerede ise bir orkestradan çıkacak sesler duymamız vs. gibi bolca Yeşilçam absürtlüğünün yer aldığı filmde kadının konumlandırılması yine epey tehlikeli yanlışlar içeriyor maalesef. Filmin adında da kendisini gösteren ve kadının ağzından duyduğumuz “Sevmek ve ölmek zamanı birdir” cümlesi ile de altı çizilen bir şekilde, sevmek ve ölmek tehlikeli bir biçimde ilişkilendiriliyor sürekli olarak. Erkek karakterin adının da -adeta iktidarın sahibinin kim olduğunu vurgularcasına- Kudret olduğu filmde erkeğin elinde ölüme bile razı bir kadın getiriliyor karşımıza. Bu kendini vermenin aşkın hali, kadının “namusunu kaybetmiş” olması gibi bir gerekçe ile de ilişkilendirilmiyor her zaman üstelik. Annesinin “Seni her gün itip kaksa, dövse bile mi?” sorusuna “Öldürse bile” diye cevap veriyor kadın. Bir başka kadın karakterin bir görüşte gücüne ve erkekliğine hayran olduğu Kudret’e “Hep böyle senin gibi kudretli bir erkek hayal ederdim” demesindeki trajikomiklik, namusunun lekelendiğini düşünen kadının intihara teşebbüsü (film tehlikeli bir şekilde burada intihar girişiminin saçmalığını öne çıkarmıyor; öne çıkardığı gerekçenin aslında bir yanlış anlamanın sonucu olduğu sadece), çılgın davranışların açıklamasının aşkın büyüklüğü olarak gösterilmesi veya o sahne için yapılması gereken o olsa bile erkeğin kadını sertçe tokatlamasının sembolikliği kadına bu toplumda yüklenilen rol ile ilgili ne çok şey söylüyor bize! Tüm kadın karakterlerin ya olumsuz ya da zayıf olduğu filmde “Senin elinden ölmek ölümlerin en güzeli olurdu” cümlesini bile duyabileceğimizi söyleyelim, elbette bir kadının ağzından bir erkeğe söylenmiş olarak.
Kadının bekâretinin tüm tepkilierin odağında olduğu ve intikam oyununun kuklası olmasının eleştiri konusu bile edilmediği film, günümüzde her geçen gün artan kadın cinayetlerinin faili olan erkeklerin “çok seviyordum”, “kıskandım”, “erkekliğime lâf etti” gibi gerekçelerinin arkasında yatan toplumsal zihniyet ile ilgili ip uçları verdiği gibi bu zihniyeti besleyenlerden birinin de işte burada olduğu gibi bu tür hikâyeleri yazan erkekler olduğunu da hatırlatıyor bize.
Bülent Oran’ın aklına gelen tüm klişeleri doldurduğu ve anlaşılan kimsenin de kendisine dur demediği film intiharlar, cinayetler, intikamlar, hafıza kayıpları ile ilerlerken hikâyesine Türkan Şoray’ın zarif göbek dansının eşlik ettiği bir çalışma. Sinemamızın bu önemli oyuncusunun zayıf hikâyelerle nasıl harcandığının da iyi bir örneği olan film en onun hatırına izlenebilecek bir çalışma.