“Mitinglerde söyledikleri gibi: Sağına ve soluna bak, onlardan biri muhbirdir”
Bir neo-nazi grubuna sızarak bir terör eylemini durdurmaya çalışan bir FBI ajanının hikâyesi.
Eski bir FBI ajanı olan Michael German’ın kendi tecrübelerinden yola çıkarak yazdığı hikâyeden yola çıkarak çekilen ve Daniel Ragussis’in senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendiği bir ABD yapımı. Yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi olan çalışma kısıtlı bir şekilde vizyona çıkmış ve gişede de bir başarı sağlayamamıştı. Bunun da temel nedeni ortalama bir seyircinin özeti duyduğunda bekleyeceği aksiyondan hemen tamamen uzak durması ve daha çok içeriği ile ilgi toplamaya çalışması olsa gerek. Film beyaz ırkçıların terör örgütlerinin hikâyesinden yola çıkarak seyircinin karşısına birkaç önemli soru koyuyor ama bunları da her zaman yeterince etkileyici ve altı dolu bir biçimde dillendirmediği için belki de, güçlü bir sonuç ortaya koyamıyor. Yine de konusuna hassasiyetle yaklaşması ve kolaycı yollara sapmadan bir sorgulamaya gitmesi nedeni ile ilgiyi hak eden bir çalışma bu.
Film, radikal islâmcıların bir terör girişimini durduran FBI ajanlarının görüntüleri ile başlıyor. Daniel Radcliffe’in canlandırdığı kahramanımızın teröristi sorgulama sırasında dahil olduğu bu giriş hikâyesi filmin önemli sorularından ilkini de dile getirme aracı olmuş: Teröre eğilimi olan bir kişiyi eyleme geçmeye teşvik etmek ve bunun için gerekli koşulları ve araçları sağlayarak onu tuzağa düşürmenin etik/hukuka uygun olup olmadığı. ABD’de FBI’ın zaman zaman denediği ve özellikle liberal çevrelerde sıklıkla eleştirilen bir uygulama bu. Giriş hikâyesinde, ABD’ye ülkesine yaptıklarından dolayı öfke duyan kafası karışık genç müslümanın tam da bu yöntemle teşvik edildiği eyleme geçiş sırasında yakalanmasına tanık oluyoruz ki bu durum asıl hikâyemizde de karşımıza çıkıyor. Ajanımız deşifre etmeye çalıştığı terör girişimini bir türlü açığa çıkaramamanın da verdiği öfke sonucu teşvik etme ile ortaya çıkarma arasındaki çizgiyi geçiyor zaman zaman. Önemli bir konu bu ve bu konuya olan yaklaşımı filmin yakaladığı potansiyeli ve kaçırdığı fırsatları gösteriyor bize. Aksiyonu hemen tamamen dışlaması değil sorun ve hatta bu tercihi kesinlikle doğru olmuş da görünüyor; ne var ki bu sorunun bir örneği olduğu gibi içeriğini dramatik olarak yeterince güçlü bir biçimde ele alamıyor film ve bir TV dizisinin düzeyinde ilerliyor zaman zaman.
Will Bates’in tedirgin ve gizemli bir hava yaratan müziği eşliğinde anlatılan hikâyenin açılışında Hitler’e atfedilen bir söz var: “Sözcükler hiç keşfedilmemiş yerlere köprüler kurar.” Bu söz sanırım iki farklı bağlamda seçilmiş: Bunların ilki, neo-nazi örgütü yöneticilerinin taraftar toplarken sözcükleri (bolca komplo teorisi eşliğinde: “Hristiyanlığı Yahudiler yarattı, matbaayı Yahudiler buldu, İncil en çok basılan kitap; bu sana bir şey ifade ediyor mu?”) güçlü bir biçimde kullanmaları ve bu sözcüklerin sıradan insanlara daha önce hiç fark etmedikleri gerçekleri keşfettiklerini düşündürtmesi; ikincisi ise, ajanımızın -zaten çok da sahip olmadığı- fiziksel becerileri yerine düşünsel yeteneğinin aracı olan sözcükleri kullanarak işini yapması ve kendisi için çok farklı bir grup olan neo-nazi örgütüne sızması (örgütü ve üyelerini keşfetmesi). Filmin ırkçı fikirler ve bu fikirleri üreten zihinsel yapı ve düşünceler üzerine sergiledikleri -çok yeni bir şey söylenmiyor olsa da- işte yine bu sözcükler aracılığı ile geliyor perdeye.
Irkçı tüm eylemlerde ortaya çıkan, “anti-fa” olarak adlandırılan ve şiddet kullanmakla suçlanan antifaşist grubunu sinema perdesine taşıması ve finaldeki sürprizi ile dikkat çekiyor filmimiz. Bu finalin temel başarısı ırkçılığın sıradan ve/veya uygar görünümlü insanlar arasında nasıl sempati doğurabileceğini ve bu tür kötülüklerle mücadele etmenin ne kadar zor olduğunu ve süreklilik göstermesi gerektiğini kanıtlaması bize. Klasik müzik düşkünü ajanımızın göz yaşları içinde ve yanında bir ırkçı ile birlikte müzik dinlediği sahne filmin -ne yazık ki çok fazla tekrarlanmayan- başarılı anlarından biri. Buna karşılık finalde genç bir ırkçının küçük çocuklara bir okulda kendi tecrübelerini ve pişmanlığını anlatması çok inandırıcı olmadığı gibi bir parça klişe bir tercih olmuş. Bu sahnede bir ironi varsa ya da başka bir şeye işaret etmek istenmişse de seyirciye geçmiyor bu duygu açıkçası.
Üzerine yapışan Harry Potter gibi kalıcı bir karakterden sıyrılıp, seyirciyi oynadığı başka bir karaktere ikna etmek kuşkusuz çok zor bir iş. Neyse ki Daniel Radcliffe bu zor işin altından başarı ile kalkıyor ve karakterini tedirginlikleri ve değerleri ile birlikte somut kılıyor filme de ek bir çekicilik katacak şekilde. Filmin ABD’de karşılaştığı ilgisizliği teröristlerin beyaz ırkçılar olması ile ilgili açıklayanlar olmuştu ki açıkçası gerçekten de konu edilenler seyirciye kendilerini çağrıştıranlar değil de örneğin müslümanlar veya Hollywood’un favorisi Ruslar olsaydı, farklı bir seyirci ilgisi olurdu diye düşünmemek mümkün değil. Daniel Ragussis’in özellikle düz bir anlatımla karşımıza getirmeyi tercih ettiği hikâye, insanlığın en büyük belalarından biri olan ırkçılığı ve bu kötülüğe kapılanları sergilemesi ile önem taşıyan bir çalışma ve izlemekte yarar var özetle söylemek gerekirse.
(“Köstebek”)