A Ciambra – Jonas Carpignano (2017)

“Bir zamanlar hep yoldaydık. Yoldaydık. Özgürdük. Patronumuz yoktu. Kimseye hesap vermiyorduk. Özgürdük. Her zaman yoldaydık. Şimdi ise buradayız. Hep aklında tut: Dünyaya karşı biz”

Güney İtalya’nın yoksul Calabria bölgesinde bir Roman çocuğun hayatta kalmayı öğrenmesinin hikâyesi.

Jonas Carpignano’nun yazdığı ve yönettiği bir İtalya, Almanya, Fransa, İsveç, ABD ve Brezilya yapımı. 2015 tarihli “Mediterranea” (Akdeniz) ve 2021 tarihli “A Chiara” ile birlikte bir üçleme oluşturan ve tümü bir Calabria kasabasında geçen filmlerin kronolojik olarak ikincisi olan yapıt İtalya’nın Oscar adayı da olmuştu. Üçlemenin ilk filmi ile ortak karakterleri olan eser dünya sinemasına pek çok başyapıt bırakan İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının izlerini takip eden, hemen tümü amatör oyuncuları ve gerçek mekân kullanımı ile hikâyesinin sahicilik duygusunu artıran ve belgesele yakın duruşu ile bu duyguyu daha da güçlendiren bir çalışma. Hikâyenin kahramanını canlandıran ve diğer tüm oyuncular gibi karakterine kendi adını veren Pio Amato başta olmak üzere, tüm kadrodan sağlam ve en ufak bir aksayan yönü olmayan performanslar alan film bir bölgenin karanlık gerçeklerini olduğu gibi anlatan, yargılamayan (ama bir yandan da güçlü bir uyarı niteliği taşıyan) ve yüzümüze ayna tutan o önemli yapıtlardan biri.

Jonas Carpignano 2015’te çektiği “Mediterranea” (Akdeniz) adlı filminde Afrika’dan İtalya’ya kaçak olarak gelen Ayiva adındaki bir adamın hikâyesini anlatmıştı. Bu filmden iki yıl sonra çektiği, 2014 tarihlii aynı isimli kısa filmin uzun metrajlı hâli olan “A Ciambra”da ise odağına bu kez bir Roman olan 14 yaşındaki Pino’yu alıyor. “Mediterranea”da bir yan karakter olan Pino burada hikâyenin kahramanı olarak karşımıza çıkarken, Ayiva (bu rolde filmin tek profesyonel oyuncusu diyebileceğimiz Koudous Seihon güçlü bir oyunculuk sergiliyor) hikâyenin en önemli yardımcı karakteri olarak yer alıyor. Evet, karakterleri ve aynı bölgede geçmeleri ile ortaklıkları olan bu filmlerin diğer ikisinde olduğu gibi yönetmen burada da İtalyan Yeni Gerçekçilik havasını taşıyan bir hikâye getiriyor karşımıza. Bir Roman çocuğu Pino ve kasabasındaki tüm Romanlar gibi kalabalık bir ailede, üç neslin bir arada yaşadığı bir evde sürdürmektedir yaşamını. Küçücük çocukların okula bile gitmeden sigara içtikleri ve bol bol küfürlü konuştukları, küçük / orta ölçekli hırsızlıkların tek geçim yoluymuş gibi göründüğü, kaçak elektrik kullanımının bir sembolü olduğu yoksullukla örülü ve polisin sık sık ve artık usanmış bir şekilde bastığı bir kasabadır filme adını veren Ciambra. Pino’nun hayran olduğu ve kendisine örnek aldığı ağabeyi babası ile birlikte hapse atılınca aile reisliğini üstlenir kendi kendine Pino ve arkadaşı Ayiva’dan aldığı yardımla, geride kalanları finansal olarak ayakta tutmaya çalışır işlediği suçlarla. Küçük çetelerin olduğu yerde, elbette büyükleri de vardır ve Güney İtalya’nın gerçeği olan mafya yapılanmaları Pino’nun ailesi ve diğerlerine “iş vererek” kullanmaktadır onları.

Bu yazının girişinde yer alan sözleri büyükbabası söylüyor Pino’ya; kaybedilen bir geçmişin ve özgürlüğün ağıtı olan cümleler Romanların bugünkü yaşamlarının biçim ve içeriğinden çok farklı bir dünyayı anlatıyor kuşkusuz. İşte o yitirilen dünya, hikâyenin açılışında ve sonra birkaç defa daha bir Roman adam (büyükbaba muhtemelen) ve atı imajı ile karşımıza geliyor; hep bir hayal, bir mistisizm havasında bu imajlar ve bu anların hiçbirinde Pino’nun fiziksel bir teması olmuyor (olamıyor aslında) bu imajın unsurları ile. Peşlerinden gidiyor, gözlüyor ama geri gel(e)meyecek bir kaybın hüzünlü imajları gibi yok oluyor adam ve atlı her zaman. Evet, Pino o özgür Roman dünyasından çok uzakta, Güney İtalya’nın yoksul bir kasabasında o ”muhteşem geçmiş”in en ufak bir izini bile hissetmeden yaşamaktadır. Carpignano’nun, hikâyesini anlattığı oğlanın cesaretini, sevgi dolu yüreğini ve çocuklukla erkekliği bir arada taşıyan (taşımak zorunda olan) bedenini ve ruhunu sergilerken onu yüceltmekten ya da eleştirmekten kaçınması çok doğru bir yaklaşım olmuş; çünkü hem böylece filmin belgesel tadı hasar almıyor hiç hem de filmi oğlanı yargılayan, hakkında hüküm veren bir üst bakışın uzantısı olmaktan uzak tutuyor. Bu bağlamda, finalin ortalama bir seyircinin beklentisinin dışında gerçekleşmesi de (sol tarafın çocuklara, sağ tarafınsa erkeklere götüreceği bir yol ağzında yapılan seçim taşıdığı anlam ile çok önemli ve etkileyici) senaryonun doğrularından biri olarak ortaya çıkıyor. İtalya’nın kuzeyi ile güneyi arasındaki hiçbir zaman giderilememiş refah farkının kurbanlarından biri Pino ama aynı zamanda bir Roman olarak yoksul İtalyanlardan daha da kötü bir durumda ve bu nedenle seçim, kameranın adeta gerçek bir olayı gizlice ve kendisini fark ettirmeden kaydetmesi gibi işlev görmesi sayesinde bu doğru finalin karanlık havasını güçlendiriyor.

Aile ve mahalle içindeki dayanışma, tüm zorlu koşullara rağmen yaşamdan tat alma çabası gibi öğeler sayesinde film sadece bir karanlık atmosfer yaratmak ve bizi onun içine atmak kolaylığından kaçınmış özenli bir şekilde. Her karakterin, hikâyedeki her gelişmenin hep gerçekten de olduğu gibi gösterildiğini, anlatıldığını hissettiriyor film bize ve böylece seyrettiğimiz de sadece Pino’nun hikâyesi olmaktan çıkıyor. Onun eylemleri, seçimleri seyrettiğimiz hikâyeyi değiştirmeyecektir; çünkü sorun bireysel hataların değil, ekonomik / toplumsal / politik sistemlerin kusurlarının sonucudur. Oğlanın okuma yazma bilmemesi, vicdanlı bir birey olmasına rağmen başkalarını mağdur eden suçların faili olmayı da normal ve gerekli bulması ve en iyi arkadaşına yapılan kötülüğe engel ol(a)mamasının onun değil, toplumun kusurlu olduğunun göstergeleri olduğunu anlamamızı sağlıyor film ve bunu özellikle altını çizmeden yapmayı başarıyor doğru bir sinema dili ile.

Bir çete lideri olmaya soyunan ama hareket halindeki kapalı yer (asansör, tren gibi) fobisi olan Pino filmin her sahnesinde yer alıyor ve kamera onu takip ederken bizi de hep olayların içine sokuyor. Sürekli el kamerası kullanımının sağladığı tedirginlik ve hareketlilik duygusunu da iyi kullanıyor film ve bu başarısını müzik ve kurgu çalışmaları da destekliyor. Soundtrack çalışması öyküdeki karakterlerin günlük hayatlarındaki müzikleri (bir kısmı Roman olan sanatçıların şarkıları bunlar: Florin Salam’dan “Saint Tropez”, Otilia’dan “Bilionera”, Kamelia’dan “Amor”, J Balvin’den “Tranquila”, Baby K ve Federica Abbate’den “Chiudo Gli Occhi e Salto”, Tony Colombo’dan “Nun Fazu Pi Tia” ve Alan Walker’dan “Faded”) hikâyeye katkı sağlayacak şekilde kullanılırken, Dan Romer imzalı orijinal müzikler bu pop eserlerin tam zıt yönünde melodilerle, karakterleri sarmalayan trajedi ve tedirgin havanın yaratılmasına olanak veriyor. Affonso Gonçalves’in kurgusu da benzer bir başarıya sahip; özellikle hareketli kameranın kalabalık karakterli sahnelerde saptadığı görüntüleri kaosu engelleyen bir temiz çalışma ile kurgulamış Gonçalves ve filme önemli bir destek sağlamış.

Her ikisi de toplumun alt sınıflarında olan ve benzer sorunlara sahip Afrikalılarla Romanların dayanış(a)mamalarının hikâyesi olarak da izleyebileceğimiz film Pino dışındaki karakterlere yeterince eğilmemek gibi bir probleme sahip; evet, Pino’nun hikâyesi bu ama başta Ayvia olmak üzere diğer karakterlerin öyküleri de bir parça yansımalıydı bize. Pino’nun fahişelerle olan sahnesinin -nasıl çekilmiş olursa olsun ve gerçeğe ne kadar yakın düşerse düşsün- rahatsız edici olduğunu da söylemek gerekiyor. Senaryonun arada uğramaktan kaçınamadığı birkaç klişesi ve son bölümlerinde bir parça inandırıcılık sorunu da var ama bunlar ve diğerleri filmi görmeye engel değil kesinlikle.

(Visited 30 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir