À Mon Âge Je Me Cache Encore Pour Fumer – Rayhana Obermeyer (2016)

“Şeytan mı? Onun ailesini boğazlayan vahşiler değil mi asıl şeytan? O zamandan beri dilsiz bu kız. Neden Allah’ın adını andığınızda paniğe kapılıyor? Çünkü kız kardeşlerine tecavüz ederlerken ve hamile annesinin karnını deşerlerken bu canavarlar Kuran’dan ayetler okuyorlardı”

İç savaşın sürmekte olduğu 1995 yılında Cezayir’deki bir Türk hamamına gelen kadınlar üzerinden anlatılan bir özgürlük, kadın hakları, dincilik ve ülkedeki politik çalkantıların hikâyesi.

Rayhana Obermeyer’in kendi oyunundan uyarladığı bir Fransa, Yunanistan ve Cezayir ortak yapımı. Açılış ve kapanıştaki kısa sahneler dışında tamamı hamamın içinde geçen filmde kendisi de 2000 yılında ülkesi Cezayir’i aldığı tehditler nedeni ile terk ederek Fransa’ya yerleşen yönetmen fazlası ile doğrudan ve zaman zaman bir manifesto hâli alan bir hikâye anlatıyor. Çekimleri Selanik’teki Osmanlı döneminden kalma bir hamamda gerçekleştirilen filmde kadınların sosyelleşmek için -ve şehirde su kesintilerinin sık olmasının da etkisi ile- geldikleri hamamı ve ziyaretçilerini ülkesinde ve genel olarak da islâmcı zihniyetin egemen olduğu toplumlarda kadınların yaşamak zorunda kaldıklarını anlatmak için kullanıyor yönetmen. Oldukça etkileyici anları olan ve Türkiye için de pek çok çağrışım yaratan filmin meselesini yeterince ince olamayan bir şekilde anlatmak ve sık sık yönetmenin kafasındaki her sıkıntıyı filtre etmeden hikâyesine yansıtmak gibi önemli bir sıkıntısı var ama yine de ilgiyi hak eden ve gündeme getirdikleri üzerinden tartışılması gereken bir film bu.

Bir teras üzerinden şehri tarayan kameranın görüntüleri ile açılıyor film ve bir kadın sesi bize şunları söylüyor: “Benim adım Samia. Lakhdar el Moudjahid’in kızıyım. Yirmi dokuz buçuk yaşındayım ve hâlâ evlenmedim. Ve mutsuzken annem gibi başımı duvarlara çarpmadım. Terasa çıkar ve denize bakarım. Annem terasa çıkmamı yasaklıyor. Komşular ne der sonra? Bu yüzden çamaşır yıkamayı seviyorum. Çamaşırları asarken komşular bir şey demiyor. Annem de mutlu oluyor, ben de. Denizle ilgili düşler kuruyorum. Bazen midesi hâlâ canlı olan balıklarla dolu dev bir martı görüyorum. Ve erkek kardeşimi, teknelerde çalışan ve gözleri ufku tarayan diğer pek çok genci düşünüyorum. Terasımdan diğer teraslara bakıyorum ve iplere asılı çamaşırları görüyorum. Kesilen su geri geldiğinde o denli mutlu oluyoruz ki! Sadece suyumuz değil eksik olan; aynı zamanda kahvemiz, yağımız, şekerimiz, patatesimiz ve sevgimiz eksik. Hepsinden öte, sevgi eksik…”

Girşişteki bu sözler hikâyedeki onlarca kadın karakterden biri olan Samia’ya ait ve bir bakıma filmin de bir özeti. Muhafazakâr bir toplum olmanın ötesine geçip dincilerin baskısının iyice yerleştiği bir düzene doğru ilerleyen bir ülkede (dincilerin kazandığı seçim iptal edilmiş ve bu nedenle de ülke bir iç savaşa girmiş durumdadır) kadınların daha da zorlaşan hayatlarının her unsurunu eklemiş hikâyeye senaryoyu da yazan Rayhana Obermeyer ve bir bakıma filmin hem gücü hem de problemleri bu “her unsur”dan kaynaklanmış. Bir film süresine sığmayacak kadar çok şeye hikâyede yer vermiş Obermeyer. Kadınların özgürlüğü, fikir özgürlüğü, namus anlayışının kadınlar üzerinde kurduğu baskı, namus cinayetleri, aşk ve seks ihtiyacı, görücü usulü evlilikler, çocuk yaşta evlilikler, erkeklerin kadınları sadece bir seks objesi olarak görmesi, dinin yozlaştırılarak kadınlar üzerinde bir silaha dönüştürülmesi, ülkedeki politik çalkantı ve daha bir çok unsur adeta çok uzun bir manfestonun satırları olarak birer birer çıkıyorlar karşımıza. Böyle olunca da zaman zaman bir feminist bildiriye dönüşebiliyor film. Obermeyer’in kendi ülkesinden bir hikâyeyi ve üstelik kişisel tecrübelerinden, acılarından ve korkularından yola çıkarak yazmış olması bu durumun önemli bir açıklayıcısı kuşkusuz ama sinema sanatı açısından bakıldığında, çok doğru bir tercih olmamış bu elbette.

Bir evin penceresinden gördüğümüz ve uzaktan bir çekimle gösterilen bir “zorlanan seks” ile film daha baştan kadınların içinde bulundukları koşulları söylüyor bize. Çok kısa süren bu “tecavüz” okunmakta olan ezanın fon oluşturduğu bir sahne ve ülkedeki dinci ikiyüzlülüğün de bir sembolü olarak eklenmiş olsa gerek filme. Ülkedeki terörü hatırlatan bir patlama sahnesinden sonra, hikâyenin ana kahramanı olan ve tercübeli oyuncu Hiam Abbass tarafından güçlü bir biçimde canlandırılan Fatima karakteri ile tanışıyoruz. Bir hamamın kadınlara özel saatinde hem baş masörlük yapan hem de tüm sorumluluğunu üstlenen bir kadındır Fatima. Hamamın açılışı ile birlikte çevrenin tüm kadınları birer birer gelmeye başlar ve -kaynak oyunun tiyatro havasını pek de rahatsız etmeyen bir şekilde hatırlatan- ana hikâyemiz başlar. Sadece kadınların zaman zaman karşımıza çıkan çıplaklıkları ile değil, hatta ondan çok daha fazlası ile konuşmalar ve yaşananlar üzerinden tanımlamak gerekirse cinsellikle sıkı sıkıya örülü bir hikâye bu. Sigara içeren veya başı açık olan kadınların dinciler tarafından rahatlıkla fahişe olarak nitelendirildiği toplumda kadının yerini (ya da yersizliğini) onların cinsel özgürlükleri, söylemleri ve özlemlerini hep gündemde tutarak anlatıyor film. Guguklu saatin tekbir getirdiği bir ortamdır hamam ve burada kadınlar birbirleri ile erotik hayallerini ve düşlerini rahatlıkla paylaşmaktadırlar. Evlilik dışı hamileliği nedeni ile abisi tarafından dövülen kadının peşine düşen erkeklerin hamamın etrafındaki varlığı, bu sadece kadınlara ait görünen dünyayı çevreleyen tehdidin bir sembolü olarak varlığını hep hissettirmektedir.

Bir hamam rutini olarak küçük erkek çocukların çıplak kadınlar arasında gezindiği, zılgıtların ve şarkıların söylendiği ve darbuka eşliğinde göbek atıldığı hamamda yaşananlar -doğal olarak- dolaylı ve doğrudan sık sık bir politik atmosferin doğmasına neden oluyor. Dolaylı olanlar daha etkileyici olurken, islâmcı kadının hamamdaki karakterler ve özellikle de biri ile çatıştığı sahne bir bildiri havası taşıyor ve filme didaktik bir hava veriyor bir parça. “Şeytanla ittifak yapmam gerekse bile, islâm cumhuriyeti ile savaşacağım” diyen bir kadınla hamamdakileri günahtan ve şeytandan uzak durmaya davet eden kadının çatışmaları daha bir incelikle anlatılabilir ve böylelikle finalde yaşananlar da daha etkileyici olabilirdi kesinlikle. Rayhana Obermeyer’in politik fikirlerini ve duygularını bu denli sert bir biçimde yansıtması filmin çok da lehine olmamış, özetle söylemek gerekirse.

İçeriği ile çok etkileyici tüm trajik final bölümü; son sahnede tekrar açık havaya ve terasa dönen filme ince bir kapanış sağlayan ve adeta kanatlanarak havaya uçan siyah örtüler (çarşaf ve başörtüsü), dayanışmaya düzülen övgü ve Anne-Sophie Versnaeyen imzalı etkileyici müziği ile de dikkat çeken film “erkeklerin dışarıda kaldığı bir ortam” üzerinden kadınların içinde bulunduğu -özellikle din gibi kolaylıkla tabuya dönüşebilen bir kaynağı- olan baskıcı bir düzeni anlatan ve ilgiyi hak eden bir çalışma. Tıpkı hayatın kendisinde olduğu gibi, en acı hayatların içinde bile mizahın da canlı kalabildiğini ve kalması gerektiğini hatırlatan bir çalışma bu.

(“I Still Hide to Smoke”)

(Visited 340 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir