“Aklımdan çıkmayan başka bir şey var: ben, abim ve rüzgarda uçuşan gömlek”
Yirminci yüzyıl başında Brezilya’da bir kan davasının kısır döngüsü içinde kalan bir gencin hikâyesi.
İsmail Kadare’nin bir romanından uyarlanmış olan film hikâyenin zamanını değiştirmemiş ama olayların geçtiği yer Arnavutluk’tan Brezilya’ya alınmış. Bu değişiklik hikâyenin özünde çok da bir değişikliğe yol açmamış görünüyor; hikâyenin özünde dinsel bir motif olmadığı için ve adına kan davası denen ilkellik dünyanın herhangi bir yerinde dinden bağımsız bir olgu olarak var olabildiği için olayların çarpıcılığında herhangi bir etkilenme olmamış.
Altlarında kara toprağın ve üzerlerinde güneşin olduğu ve bunun dışında hiçbir şeyin yer almadığı bir köyde geçen filmin hikâyesinin çarpıcılığı ve dramatik gücü filmin hem güçlü yanını hem de zayıf olarak nitelendirilebilecek en temel yanını oluşturuyor. Hikâye bu kadar dramatik olunca ve yönetmen de bu hikâyenin sinemasal açıdan bir arayış veya yeniliğe girişmeden çok başarılı da olsa sadece görsel karşılığını üretiyorsa bunu bir zayıflık olarak görmek mümkün ama bu durum çıkan sonucun ne kadar etkileyici olabildiği gerçeğini değiştirmiyor. Belki de romanda/edebiyatta bir ölçüde okuyanın hayal gücüne (ve dolayısı ile entellektüel kapasitesine ve her anlamdaki birikimine) bırakılan “imaj” bu kadar net ve gösteren/açıklayan bir tavırla karşımıza getirilince oluşan bir histir bu sadece.
Toparağın ve güneşin renklerinin hâkim olduğu bir görselliği var filmin. Geniş perde özelliği ile uçsuz bucaksız ve ıssız görünen mekanlar, üzerlerinde epey düşünülmüş ve bu nedenle bazen fazla ölçülüp biçilmiş gibi görünen karelerde dünyadan soyutlanmış gibi duruyorlar ve bu da dramatizasyonun gücünü iyice artırıyor. Zaman zaman tabloya benzer görüntülerin bu “klasik güzelliği” bir yandan da ilave bir etki sağlamış aslında; bazı kareler dramatik bir dinsel hikâyeyi anlatan on yedinci ve on sekizinci yüzyıl klasik resim sanatının örneklerini ve dolayısı ile o hikâyelerin “büyük” ve “kutsal” kavramlarının etkisini taşıyor filme. İpte sallanan/dans eden kızın çağrıştırdığı özgürlük ve hayatın karşısında, ipe asılı ve rüzgârda dalgalanan bir kanlı gömleğin çağrıştırdığı ölüm görüntülerinde olduğu gibi sembolik anlamda da görselliği zengin olan bir film bu.
Etkileyici cinayet sahneleri (özellikle kahramanımızın intikam amacı ile işlemeye zorlandığı cinayetin sahnesi çok başarılı) ve filmin farklı anlarında farklı seçim yapılan yol ayrımı gibi sembolik görüntüleri ile görsel açıdan oldukça etkileyici anları olan filmde oyuncular da üstlerine düşeni yerine getirmiş gibi görünüyorlar. Burada senaryodan kaynaklanan nedenlerle yaşına göre bazen fazla büyük düşünen ve konuşan Pacu rolünün belki bir parça daha iyi işlenebileceği söylenebilir.
Babadan izin almadan dışarı çıkamayacak kadar küçük ama aynı babanın bir insanı –ne amaçla olursa olsun- öldürmesini isteyeceği kadar büyük bir insanın içine düştüğü ikilemi ve aşkın vaat ettiği bir yeni dünya ile geleneklerin acımasızca sınırladığı bir eski dünya arasında kalmışlığını sonuçta hayli bir etkileyici bir şekilde anlatan bir film bu. İnsanların –kendilerinin veya kendinden öncekilerin yarattığı- bir ilkelliğe kutsallık ve dolayısı ile değişmezlik atfetmeleri, ve öldürene ölenin cenaze evine gittiğinde, geleneğe uygun bir davranış gösterdiği için doğru zamanı gelene kadar dokunulmayacak kadar bu kutsallığı yüceltmeleri insanlığın içinde bulunduğu tüm dogmalara da etkileyici bir örnek olmuş. Sonunda “denize kavuşmanın” yolunun planlananın dışında veya bir başka deyişle geleneğin ön görmediği trajik bir olay sonucu ile değil, insanın aklın yönetimindeki iradesi ile olması gerektiğini düşündürten hayli etkileyici bir film sonuç olarak.
(“Behind the Sun” – “Güneşin Ardında”)