Uğradığı iftira sonucu cezaevine düşen bir adamın buradan kurtulursa bir oğlunu Allah’a kurban etme sözünü vermesi ile gelişen olayların hikâyesi.
1960’lı yıllarda Erzincan’da yaşanan gerçek bir olayı anlatan ve Faruk Erem’in “Bir Ceza Avukatının Anıları” adlı kitabında yer alan bir hikâyeye dayanarak Başar Sabuncu’nun yazdığı senaryodan Atıf Yılmaz’ın çektiği bir film. Tarık Akan’ın oyunculuğu ile parladığı film, çekim tarihinin üzerinden geçen otuz beş yıldan sonra bugün belki de en çok dönemine göre hayli cesur olan anlatım tercihleri ile ilgi görmeyi hak ediyor. Hikâyenin sonunun seyirciye baştan söylenmesinin yanısıra, hikâyenin “gerçek” kahramanları ile yapılan röportajlar, hukukçu ve psikiyatristlerle yapılan görüşmeler gibi unsurlar Türk sineması için ciddi bir yenilik oluşturmuş o tarihte. Elbette Türkiye sinemasının klasik hastalıklarının kimi rahatsız edici izlerini taşıyan bir film bu ama özellikle ikinci yarısındaki sinemasal tatları ile sinemamızın kalburüstü filmlerinden biri olmayı başarıyor.
Ülkenin yüzakı hukukçusu Faruk Erem’in kitabından televizyon filmleri çekilmiş olsa da sinemamızdaki tek uyarlama bu film. “Karşınızdaki suçlunun gözlerinin içine bakın, dostça. Orada derdini dökmek isteyen “insan”ı göreceksiniz” der Faruk Erem. Filmimiz de korkunç bir suç işleyen bir babayı bu eylemine götüren olguları, bir başka deyişle suçlunun arkasındaki insanı ve eylemin sonrasında yaşananları anlatmaya soyunmuş. Bunu yaparken bulunduğu kimi tercihler ise filmin takdiri en çok hak eden yanlarının başında geliyor. Sabuncu’nun senaryosu bir yandan hikâyeyi klasik akış ile anlatırken bazen zamanda atlamalara gidiyor ve eylemden çok sonra kimi karakterlerin eylemle ilgili yorumlarını alıyor röportaj tekniği ile. Klasik akışın dışına çıkan ve seyirci üzerinde özellikle tasarlanmış bir yabancılaşma hissini yaratmayı başaran bu tercih filmin yaratıcılarının cesur duruşlarının bir örneği olarak alkışı hak ediyor. Bu tercih, evet her zaman doğru işlemiyor ve örneğin “beyaz Türk” havalı memurların kaba bir karikatür tiplemesine büründürülerek hikâyenin içine sokulması epey rahatsız ediyor örneğin. Yine de hikâyenin sonunu baştan seyircisi ile paylaşma cesaretini gösteren filmin bu kusurunu çok da dikkate almamak gerekiyor belki de.
Hz. İbrahim’in ve onun Allah’a adadığı ama Cebrail’in son anda gökten indirdiği bir koçla kendisine bağışlanan oğlunun hikayesi hemen tüm kutsal metinlerde yer alır ve kurban kesme ritüelinin de kaynağını oluşturur doğulu toplumlarda. Bu denli eski bir hikayenin yüzlerce yıl sonra 1960’ların Türkiye’sinde gerçekten yaşanabilmesi ve ortada gökten inen bir Cebrail olmadığı için de trajik bir şekilde sonuçlanması insan aklına sığacak bir durum değil elbette ve tam da bu durum filmin trajik gücünü artırıyor doğal olarak. Adnan Menderes’in sağ kurtulduğu uçak kazasından sonra gittiği Tarsus’ta bir babanın oğlunu adak olarak kesmeye yeltendiğini (Menderes’in kazadan kurtulmasının adağı olarak) ve son anda Menderes’in müdahalesi ile durdurulduğunu hatırlayınca, hikâye o kadar da inanılmaz görünmüyor belki bu topraklarda, bilmiyorum. Cahil ama iyi yürekli, dürüst, sevecen ve ailesine düşkün bir adamın nasıl olup da bu cinayeti işlediğinin cevabını film seyirciye verdiği ipuçları ile kendisi vermeye çalışırken bir yandan da bu cevabı basın, tıp ve hukuk dünyasının insanlarının ağzından almaya çalışıyor. Bu ikincisini yaparken de bu dünyanın insanlarının kendi toplumlarının içinde böyle bir cehaletin çıkabilmesini izah etmekte ne kadar aciz kaldıklarını, dolayısı ile belki de topluma ne kadar yabancı olduklarını göstermeyi başarıyor. Ne var ki bu sahneler hikâyeye çok daha başarı ile yerleştirilebilirmiş gibi görünüyor ve daha da önemlisi filmin kendisi baş karakterinin korkunç eylemine giden yolu yeterince aydınlatamıyor. Öyle ki gelişmeler gereğinden hızlı oluyor ve bazen sadece bir cümle ile ifade ediliyor ve bu nedenle kahramanın o noktaya nasıl geldiği seyircinin yüreğine gerektiği kadar dokunacak şekilde aktarılamıyor her zaman. Ne var ki hikâyenin özündeki trajedi bu eksikliği gideriyor çoğunlukla.
Yalçın Tura’nın Anadolu esintili klasik bestelerinden yararlanan film bunun yanısıra dinsel motifli müziklere de -bir parça fazla olmak üzere- yer vermiş ses bandında ve sahnelerin gereksiz bir şekilde altını çizmiş. Bu arada dönemin sinemasının tipik özelliği olarak filmin sesli çekilmemiş olmanın klasik kusurlarını (ortam seslerinin eksikliği, özellikle açılışta şarkı söyleyen çocuk sahnesinde olduğu gibi ağız hareketleri ile sesin uyuşmaması vs.) taşıdığını da belirtelim. Bu kusur bir yana, Atıf Yılmaz filmin özellikle ikinci yarısında akla çakılıp kalan sahneler yaratmayı başarmış. Adamın hapishanede su olmadan abdest alması veya ardından başını secdeye her koyduğunda görüntüye Hz. İbrahim’İn hikâyesinden bir karenin girmesi kesinlikle çok etkileyici. Bu görselliklere Yılmaz’ın adeta bir belgesel havasında çektiği sahneleri de ekleyelim ama bir itirazı da unutmadan. Yağmur duası ve imam nikâhı sahneleri adeta gerçek görüntülerle geliyor karşımıza ve rahatsız edici bir “folklorik” gösteriye dönüştürmemeyi başarıyor bu anları Yılmaz. Ne var ki özellikle nikâh sahnesinde olduğu gibi yönetmenin bu belgesel güzelliğin şehvetine belki bir parça fazla kapıldığını ve sahneleri biraz uzun tuttuğunu da eklemek gerek. Buna karşılık özellikle köylülerin yoksul hayatlarını perdeye yansıtırken belgesel ile kurguyu çok ideal bir şekilde kaynaştırdğını da söyleyelim yönetmenin.
Karakterinin sessiz gücünü, cahillikle üzeri örtülen sevecenliğini ve kafa karışıklığını insanın yüreğine işleyen bakışlarla anlatmayı başaran Tarık Akan filmin yukarıda belirttiğim aksaklıklarını hemen hep örtecek şekilde hikâyeyi sürüklüyor. Buna karşılık eşini canlandıran ve hikâyedeki yerinin iyi belirlenememesi ve karakterinin beklenenden hiç farklı çizilmemesi nedeni ile Necla Nazır yeterince etkili olamıyor. Yaman Okay ise kısa rolünde her zamanki gibi benzersiz karakter oyunculuğunu konuşturmayı başarıyor.
Halk ile aydının kopukluğu, bilim ile inançların çatışması ve toplum içindeki farklı kültürlerin uyumsuzluğu üzerine de dikkate değer sözleri ve gözlemleri var filmin. Belki sinemasal olarak daha etkileyici olma şansı kaçırılmış ama içerik olarak üzerinde her seyredenin düşünmesi gereken “karakter testi” sahnesi bu gözlemlerin çarpıcı bir örneği olarak dikkat çekiyor. Toplumun aydınlarının halktan “uzak” olduğu, dünya üzerine adalet, eşitlik ve sevgi için gönderilen dinlerin yozlaştığında nasıl da kötülüklerin kaynağı olabileceği ve daha da net bir şekilde cahilliğin toplumun değerlerini bozan nasıl güçlü bir etken olabileceğini hatırlatan film, suç ve ceza üzerine de Faruk Erem’in izlerini taşıyan fikirler atıyor ortaya ve “amacı kötülüğü ıslah etmek olan cezanın eylem sahibinin yaptığının -hikâyemizde olduğu gibi- iyi ve doğru olduğunu düşünmesi durumunda işlevselliğinin ne olabileceğini de sorguluyor. Hikâye tüm bunları kaldıramıyor her zaman ve zaman zaman dağılıyor bu nedenle ama yine de filmin tadını kaçırmamalı bu durum.