Agantuk – Satyajit Ray (1991)

“Tam da buna karar vermeye çalışıyoruz: “Hiçbiri” misin, yoksa “biri” mi? Arkadaşlarıma nasıl ciddi bir sorun çıkardığınızın farkında mısınız? Geldiğinizden beri huzurları kalmadı. İyi insanlar oldukları için sizi ağırlamakta kusur etmediler. Ama siz, konuk olarak gelişiniz… hoş mu geldiniz boş mu… hayır mı şer mi, açıkça belirtmediniz. Pasaport bir şey kanıtlamaz dediniz. Elbette siz bilirsiniz, gerçek mi sahte mi olduğunu. Neden ortaya çıkıp onlara gerçeği söylemiyorsunuz? Bakın, ya gerçeği itiraf edin… yahut… gidin!“

35 yıl önce ailesini terk eden ve kendisinden 22 yıldır haber alınamayan bir adamın, yeğenine mektup yazarak onları ziyaret etmek istediğini bildirmesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Hintli sinemacı Satyajit Ray’ın kendi hikâyesinden yola çıkarak senaryosunu yazdığı bu Hindistan ve Fransa ortak yapımı film usta sinemacının son yönetmenlik çalışması ve sanatçı ağır hastalığı nedeni ile zor tamamlayabildiği bu filmin gösterime girmesinden yaklaşık 1 yıl sonra hayatını kaybetmişti. Kimliğinden emin olamadıkları bir “yabancı”nın bir aile üzerindeki etkisinden yola çıkarak, Ray kendi toplumundaki (ve elbette aslında tüm modern dünyadaki) değişen ilişkilere, unutulan geleneklere ve bireyselliğin toplumsallığın önüne geçişine eleştiri getiriyor. Önemli bir kısmı bir evin içinde geçen filmde, Ray’ın sineması oldukça yalın ve bir parça yorgun da görünüyor; ne var ki bu “vasiyet filmi”nde sanatçı son bir sözünü söyleyebilmek uğruna, içeriği öne çıkararak filmine farklı bir çekicilik kazandırıyor.

Hâli vakti yerinde, tek çocuklu bir ailenin hikâyesini anlatıyor Satyajit Ray. Kadına bir mektup gelir; kendisi iki yaşındayken aileyi terk eden dayısı olduğunu söyleyen ve kendilerini ziyarete geleceğini belirten bir kişidendir bu mektup. Kadın dayısını hiç hatırlamamaktadır ve herhangi bir fotoğrafı da yoktur elinde; bu nedenle kendisinde ve özellikle kocasında gelen kişinin kimliği ile ilgili bir kuşku uyanır. Yıllar boyunca Avrupa ve Amerika kıtalarında dolaştığını bildikleri adam mektubunda ülkesinde eskiden insanların tanımadıklarına bile konukseverlik gösterdiğini vurgulamakta ve ziyaret talebinin olumlu karşılanacağına inandığını yazmaktadır. Küçük çocukları bir “sahte dayı” macerasının hevesi ile durumdan hayli mutlu olsa da, ebeveynleri uzun bir süre tartışırlar talebi ve sonunda kadının ısrarı üzerine kabul ederler. Ray’ın senaryosu kadın ve erkeğin duruma farklı yaklaşımları üzerinden güven kavramını tartışmasına açıyor seyircinin. Kadın riski almak taraftarıdır çünkü inanmak ve güvenmek istemektedir; kocası ise adamın bir sahtekâr olduğundan emindir ve evde çalabileceği değerli eşyalardan söz eder karısına. Film son anlarına kadar adamın kimliğinin gerçek olup olmadığını söylemiyor seyirciye. Bu çok doğru bir seçim olmuş; çünkü hikâyenin özü zaten burada yatıyor: Sevgi ve güvenin insanlık için ne kadar önemli olduğu üzerine düşünmemizi istiyor Ray ve modern toplumun insanlık değerlerini yozlaştırdığının ve kendine odaklı yaşayan birey ya da küçük grupların (burada bir aile) “öteki” olanlara karşı korkularının yanlışlığının altını çiziyor.

Ziyarete gelen “dayı”nın kendisi hakkındaki kuşkuların farkında olması ve bunları gidermek için özel bir çaba içinde olmaması da önemli; çünkü Manomohan Mitra adındaki bu adam özel bir kimlikten ve kan bağından bağımsız bir sevgi ve dostluğa inanıyor ve asıl uygar olanın bu olduğunu söylüyor. Anlattığı hikâyeler ve hayat görüşü, dünyanın pek çok farklı noktasını -yerel toplulukları da ziyaret ederek- gezmesinden kaynaklanan tecrübeleri üzerinden Ray onu nerede ise bir modern zaman bilgesi olarak konumlandırıyor. Sürekli gülümsüyen yüzü, çocuklar dahil herkesle iletişim kurabilmesi, kimliğini ortaya çıkarmaya soyunanlara karşı gösterdiği sabır ve bilgi ve birikimini herkesle paylaşması ile Ray onu bir ideal insan gibi düşünmüş anlaşılan. Evdeki değerli bibloları saklama gereği duyan ve mişsafirin evde bir gün kalmasının yemek maliyetini düşünen aile, adamın dayıya kalan mirasın peşinde olduğu düşünürken onun finalde aileye verdiği ders de Ray’ın bu yaklaşımının sonucu olsa gerek.

Kadının Agatha Christie’nin “Peril at End House” (Son Evdeki Tehlike) adındaki kitabını okuması üzerinden hoş bir espri de yaratan Ray, evin küçük oğlunun bugün Batı’nın Doğu’ya sömürgeci yaklaşımının izlerini taşıdığı kabul edilen Tenten’in maceralarını okuması ve aile üyelerinden özellikle babanın konuşurken cümle aralarına sık sık İngilizce sözcükler yerleştirmesini geleneklerden ve yerel olandan uzaklaşma olarak görmemizi istiyor muhtemelen. Gerek finaldeki yerel dans sahnesini (ataları Hindistan’ın eski kabilelerinden biri olan bir köy halkının dansını uzun uzun gösteriyor Ray) gerekse kadının hüzünlü bir yerel şarkıyı söylediği ve Ray’in bunu kesintisiz gösterdiği sahneyi de yönetmenin ülkesi ve halkı ile ilgili bir saygı duruşu olarak görmek mümkün aynı bağlamda. Bir röportajında “Sanırım agnostik sayılabilirim” diyen Ray’ın dayı karakterini kendisinden izler taşıyan bir şekilde yarattığını söyleyebiliriz. Nitekim bu karakter kendisinin gerçek kimliğini anlamaya çalışan bir adamın Tanrı’ya inanıyor musunuz sorusunu şu şekilde cevaplıyor: “İnsanların arasına duvar çeken şeylere inanmam. Dinler bunu yapıyor, özellikle de örgütlü dinler. Aynı nedenle kastlara da inanmam”. Aynı sohbetteki din ve bilim tartışmaları, uygarlığın tanımı üzerine olan konuşmalarda dayının dillendirdiği düşünceler de Ray’ın fikirleri ile yakından ilişkili olsa gerek.

Satyajit Ray’ın kendi imzasını taşıyan müzik bir film müziğinin olması gerektiği gibi: Hikâyenin doğu ile batı, geleneksel ile modern arasındaki ilişkilere değinmesi gibi o da ki tarafın da izlerini taşıyan melodilerle ilerliyor ve asıl olarak, yer aldığı sahnenin atmosferine katkı sağlıyor, kendisini öne çıkarmak yerine. Ray’ın hastalığı nedeni ile zaman zaman oksijen desteği alarak yönettiği filmin sinema dili yorgun bir havaya sahip belki ama içeriği ve samimiyeti bunu pek de dert ettirmiyor. Dünyada gittiği her yerde “ilkel kabileler” ve “vahşiler” tarafından sorgusuz sualsiz kabul edilen bir adamın kendi ülkesinde şüphe ile karşılanması, maddî olanın sevgi ve güvenin önüne geçtiği bir dünyada normal ama hüzünlü kuşkusuz. Dayıyı oynayan Utpal Dutt’un hayli keyifli bir performans sergilediği filmde evin annesi rolündeki Mamata Shankar da kuşkuları olan ama inanmak isteyen kadını gerçek kılıyor. Babası (Sukumar Ray) yazar ve şair, büyükbabası (Upendrakishore Ray Chowdhury) yazar ve ressam olan, kendisi ise sinemadan müziğe, kaligrafiden edebiyata uzanan geniş bir alanda yaratıcılığını gösteren Satyajit Ray burada bir fikir adamı da olduğunu gösteriyor bize.

(“The Stranger”)

(Visited 120 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir