“On iki kişi bir odaya girer: On iki farklı zihin, on iki farklı kalp, on iki farklı meslekten; on iki çift göz ve kulak, on iki farklı suret ve beden. Bu on iki kişiden, kendilerinden birbirlerinden olduğu kadar farklı bir insan hakkında hüküm vermeleri istenir… ve bu hükmü verirken tek bir akıl gibi davranmak, aynı fikirde olmak zorundadırlar. İnsanın karmaşık ruhunun mucizelerinden biri sayesinde başarırlar bunu ve çoğu kez de doğru karar verirler. Tanrı jürileri korusun”
Karısının kendisine tecavüz ettiğini söylediği bir adamı öldürmekle yagılanan bir adamı savunma görevini üstlenen bir avukatın müvekkilini koruma ve gerçeği bulma çabasının hikâyesi.
Kitaplarını Robert Traver adı ile yazan ve filme kaynak olan romanının başarısından sonra adalet dünyasında avukat, savcı ve sonra da yargıç olarak çalıştığı mesleği bırakarak kendisini yazmaya veren John D. Voelker’in aynı adlı kitabından uyarlanan bir ABD yapımı. Voelker’in avukat olarak görev yaptığı ve 1952’de yaşanan gerçek bir vakaya dayanan kitabın bu sinema uyarlamasının senaryosunu Wendell Mayes yazarken, yönetmenliği Otto Preminger üstlenmiş. Amerikan sinemasının en başarılı yargılama süreci filmlerinden biri olan çalışma, hiçbirini kazanamadığı ve aralarında En İyi Film’in de bulunduğu 7 dalda Oscar’a aday gösterilmişti. Filmde kısa bir rolü de olan Duke Ellington’ın müziklerini hazırladığı film 2,5 saati aşan süresine ve önemli bir kısmı mahkeme salonunda geçmesine rağmen; Preminger’in başarılı yönetmenliği, Hollywood tarzı ustalıklı bir zanaatkârlıkla oluşturulmuş dili ve oyuncularının başarısı ile su gibi akıp giden bir sinema yapıtı. İlk bakışta yargılama süreçleri ve özellikle de yargıç karakteri üzerinden bir Amerikan adalet sistemi övgüsü olarak görülebilecek olsa da, finalinin de doğruladığı gibi hem sistemin kendisine hem de aktörlerine eleştirel, hatta alaycı bir bakışı olan önemli bir film bu.
Daha ilk karesinde Saul Bass’ın elinden çıktığını kanıtlayan bir jenerikle açılıyor film. Bass bir insan bedenini basit animasyonlarla karşımıza getirirken, bu ceset üzerinden filmin bir cinayetin analizini yapacağını etkileyici bir şekilde gösteriyor. Bu jeneriğe eşlik eden Duke Ellington melodileri de içerdiği caz havası ile jenerikle başlayarak tüm filme yayılan bir kompleksliği ima ediyor; ne cinayet ne onun parçası olanlar ne de onları yargılama sürecinin aktörleri basit tanımlamalara sığdırılabilecek bir içerikle geliyorlar karşımıza çünkü. Önce davayı alacak olan avukatla tanışıyoruz; eskiden savcılık yaparken bu görevini kaybetmiş, şimdi pek de müşterisi olmayan bir avukattır Paul Biegler (James Stewart). Maaşını alamamaktan yakınsa da patronuna hayli bağlı olan bir sekreteri (Maida Rutledge) ve avukatlık yeteneklerini alkol düşkünlüğü nedeni ile kaybeden yaşlı bir yardımcısı (Arthur O’Connell) olan avukat, kocasını savunması için Laura Manion adındaki bir kadından (Lee Remick) telefon alır: Frederick adındaki adam (Ben Gazzara) karısına tecavüz ettiği gerekçesi ile bir adamı öldürmüştür. Avukatımızın karşısında mahkemede iki savcı vardır: Lodwick (Brooks West) ve ona yardıma gelen kıdemli savcı Dancer (George C. Scott). Mahkemeye başkanlık edecek isim ise tecrübeli bir yargıçtır (Joseph N. Welch) ve hikâye boyunca adalet sürecinin doğru sonuç vermesinin kişilere ne kadar bağlı olduğunun kanıtı olacak kadar tarafsız ve ideal bir adalet adamıdır.
Cinayetin kimin tarafından işlendiği konusunda hiç kimsede bir tereddüt yoktur; tartışılan konu katilin bu cinayeti bilinçli ve planlayarak mı işlediği, yoksa öyle bile olsa “önlenemeyen bir dürtü”nün etkisinde kalarak mı bu eylemi gerçekleştirdiği olur. Yargılama süreci boyunca her iki tarafın ortaya koyduğu deliller, tanıklar, bilim adamı destekli savunma kurguları ve karşı tarafı alt etmek için girişilen oyunlara tanık oluyoruz bekleneceği şekilde ve hikâye iki tarafı da güçlü ve zayıf yanları ile göstererek hem finalin nasıl olacağı konusunda merak uyandırıyor hem de zaman zaman bir futbol maçının oynandığı stadyuma dönüşen mahkeme salonunda gerilimi (ve arada da küçük mizah anlarını) hep koruyarak ilgiyi hep canlı tutuyor. İlk bakışta tüm hikâye bir adalet güzellemesi olarak algılanabilir; oysa daha dikkatli bir bakışla bu güzelleme görünümünün altında Preminger’in eleştirel bir öykü anlattığı görülüyor. Bu yazının girişinde yer alan sözlerdeki ”… çoğu kez de doğru karar verirler” ifadesindeki “çoğu” sözcüğü bile tek başına bir eleştiri aslında ve kaldı ki mahkeme salonundaki tarafların jüri üyelerini nasıl kolayca manipüle edebileceğinin pek çok örneğini görüyoruz hikâye boyunca. Adaletin yargılayan, suçlayan ve savunanların kişisel yetkinlikleri ile çok yakından ilişkili olduğuna ve bu yetkinliklere sahip olmayanların akıbetlerinin nasıl bir tehlike altında olabileceğine tanık olmamızı sağlıyor film.
Adına yakışır bir şekilde vakayı ele alıp analizini yapıyor film ve bunu yaparken Amerikan sinemasının anaakım filmlerinde o güne kadar pek görülmeyen bir şekilde “tabu” konulara da giriyor. Sperm, tecavüz, boşalma, penetrasyon gibi sözcükler uçuşup duruyor mahkeme salonunda. İç çamaşırı örneğinde olduğu gibi bu sözcükleri eğlenceli bir mizahın da nesnesi yapıyor bazen ve dönemin Hollywood anlayışından oldukça uzaklaşıyor. James Stewart’ın zahmetsiz görünen ama tam bir olgunluk örneği olan oyunu özellikle mahkeme salonundaki sahnelerde kendisini gösterirken, karşısındaki George C. Scott kibirli ve güçlü savcıda gösterişli bir performans sunuyor. Ben Gazzara ve Lee Remick karakterlerinin şüphe uyandıran yanlarını incelikle getiriyorlar karşımıza ve hikâyesi filme renk katsa da bir parça fazla Hollywoodvari bir azim ve başarı öyküsü olan karakterinde Arthur O’Connell sağlam bir yardımcı oyunculuk sunuyor.
Mahkeme salonuna ilk kez yaklaşık 100. dakikada giren film duruşma sahneleri ile diğerleri arasında ideal görünen bir denge kurmayı başarmış. Bol konuşmalı bölümlerinde tempoyu hiç düşürmüyor ve sözlü çatışmalar, espriler ve sorgulamalarla seyirciyi elinde tutmayı beceriyor. Savcı ve avukatın karar öncesi kapanış konuşmalarına yer vermeyerek gereksiz bir klişe gösteriden uzak durmuş film ve hikâyeyi klasik bir mahkeme şovu öyküsü olmaktan kurtarmış. Bunun yerine, adalet sisteminde ve hukukta insan faktörünün neden olduğu ve insanın doğasından kaynaklanan riskleri, doğru ve gerçeğin birbirleri ile ilişkisi ya da ilişkisizliği ve gerçek bir adaletin mümkün olup olmadığı üzerine bir hikâye anlatmayı tercih eden film, klasik Hollywood yapıtlarının ustalığından yararlanan ama onun klişelerine çok da yaslanmayan bir yapıt olmayı başarıyor. Bir yandan entelektüel olup bir yandan da sıradan insana kolayca erişebilen film Sam Leavitt’in siyah-beyaz görüntü çalışması ve özellikle duruşma sahnelerindeki kamera kullanımı ile de dikkat çekiyor. Ellington’ın seyirciye hep doğrudan seslenen ve hatta onu kışkırtmaktan da çekinmeyen notalarını sadece duruşma sahnelerinde kullanan film, sözü geçen bu sahnelerin sadece diyaloglar ve kamera aracılığı ile algılanmasını istemiş anlaşılan ki bu da doğru bir seçim olmuş gibi duruyor. Özetle ifade etmek gerekirse; iyi yazılmış, iyi oynanmış ve iyi sahnelenmiş bir Hollywood klasiği bu Otto Preminger filmi ve mutlaka görülmeli.
(“Bir Cinayetin Tahlili” – “Bir Cinayetin Anatomisi”)