Appartamento ad Atene – Ruggero Dipaola (2011)

“Biz Almanlar için her zaman savaş olacak; yenilmek hiçbir şeyi değiştirmez”

İkinci Dünya Savaşı sırasında bir Nazi subayının Almanlar’ın işgali altındaki Atina’da bir Yunan ailenin evine zorla misafir olarak yerleşmesinin hikâyesi.

ABD’li yazar Glenway Wescott’un ilk kez 1945 yılında yayımlanan “Apartment in Athens” adlı romanından yapılan bir uyarlama. Amerikalı bir yazarın kitabından İtalyan bir yönetmenin çektiği, Yunanistan’da geçen, oyuncuları İtalyan, Yunan ve Alman olan ve İtalyan-Alman ortak yapımı olarak çekilen filmi sinemanın küresel örneklerinden biri saymak mümkün herhalde! İlginç çıkış noktası ile belli bir ilgiyi garantileyen ve bunu da hikâyesi boyunca genel olarak sürdüren filmin yönetmeni Ruggero Diapola’nın ilk uzun metrajlı çalışması bu. Hikâye genel olarak iki ayrı akış çizgisine sahip; bunların ilkinde evlerinde bir Nazi subayını ağırlamak zorunda kalan ailenin yaşadıkları var, ikincisinde ise ailenin erkeğinin Nazi subayı ile zamanla bir yakınlık kurması ile ortaya çıkan ve trajik bir sonu olan bir hikâye anlatılıyor. Film ilkine ağırlık verirken, ikinciyi ıskalıyor bir parça ve bir fırsatı kaçırıyor aslında. Dinamizmin gereğinden fazla kısıtlanmasının da zayıflattığı film, kusurlarına rağmen ilginç konusu, faşizmin koşulsuz itaat ihtiyacı ve baskı altındaki davranışların nitelikleri üzerine olan değinmeleri ile ilgiyi hak ediyor.

Savaştan önce okul kitapları yayınlayan bir yayınevinin sahibi olan babanın eşi ve iki çocuğu ile yaşadığı eve gelen bir Alman yüzbaşı artık bu evde kalacağını söyler ve ailenin kendi düzenlerini buna göre kurmasını ister. Bundan sonrası babanın durumu ailesini korumak için nasıl değerlendirebileceği üzerine düşünmesi ve aldığı doğru/yanlış kararlar, annenin ailenin zarar görmemesi için durumu idare etmeye çalışması, ergenliğe yeni giren kızın subaya “ilgi” duyması ve oğlanın ailede tek direniş gösteren kişi olarak duruma itiraz etmesi üzerinden ilerliyor ve sinemasal olarak yeterince etkileyici anlatılamamış olsa da kimi ilginç gelişmeleri getiriyor karşımıza filmimiz. Alman subayın adeta küçük bir Führer edalarında aileyi hizmetçi gibi kullanması, disipline sokmaya çalışması ve hemen her konuda akıl vermesi, daha doğrusu fikirlerini dikte etmesi bu aile ölçeğinde yaşanıyor gibi görünse de, aslında bir faşist liderin yönettiği toplumu kendisine biat etmeye nasıl ikna ettiğine göndermeler içeriyor daha çok. Kabullenmek, hayran olmak ve itiraz etmek arasında değişkenlik gösteren tepkiler de yine bu koşullar altında yaşamak zorunda kalan bir toplumun göstereceği tepkilerin örneği olsa gerek. Senaryo tüm bunları ortaya koyuyor ama bir türlü yeterince derinlere indiğini hissettiremiyor ve seyirciyi düşünmeye/sorgulamaya güçlü bir şekilde davet edemiyor. Ruggero Diapola’nın yönetmenliği de gerek temposu, gerek sahneleme tercihleri ile yeterince güçlü değil ve hikâyeye çok da uygun olmayan bir atalet içinde ilerliyor film zaman zaman.

Babanın subayın yaptıklarını “savaşı kazananın hakkıdır” cümleleri ile izah etmeye çalışması veya Nazi subayının onu oğluna itaati öğretmeye zorlaması gibi etkileyici sahneleri olan filmin en başarılı ve trajik anı ise kuşkusuz, subayın yaşadığı kişisel trajedisi nedeni ile duygusal olarak zayıf düştüğü bir anda babanın yaptığı hataya tanık olduğumuz sahne. Burası hem hikâyeye o ana kadar bir türlü sağlayamadığı (ama kesinlikle ihtiyacı olan) dramatik zirveyi sağlıyor hem de faşizmin çirkin yüzünü sert bir biçimde göstermesini sağlayarak seyirciyi sarsıyor. Filmin diğer sahneleri ise bu etkileyicilikte değil ve kimi sahneler de hayli basit duruyor. Örneğin açılışta, çocukların tanık oldukları bir katliamı birbirlerine anlattıkları sahne filmin geri kalanı ile tematik açıdan nerede ise hiçbir bağ taşımıyor ve öylesine çekilmiş gibi duran mizanseni ile başarılı da değil üstelik.

Kurbağa ile akrebin o çok bilinen ve “elimde değil, benim doğam bu” sözleri ile biten hikâyesinde olduğu gibi, bir faşistin doğasından asla vazgeçemeyeceğini sergileyen filmde uluslarası kadro üzerine düşeni yapıyor ve oyunculuk açısından çok çarpıcı olmasa da başarılı performanslar veriyorlar. Vladan Radovic’in sepya renkleri tercih ettiği başarılı görüntüleri, kimi sahnelerde biraz ayrıksı dursa da Enzo Pietropaoli’nin trajik havalı müziği ve havada hep asılı duran (ama sinemasal olarak yeterince değerlendirilemeyen) gerilimi ile ilgi gösterilebilecek bir film.

(“Apartment in Athens” – “Atina’daki Ev”)

(Visited 49 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir