“Ben bir mesajcıyım, mesajcılardan sadece biri. Benim gibi milyonlarcası var, harekete geçmeye ve mesajımızı yaymaya hazır bekleyen… benim gibi milyonlarcası”
FBI ajanı eşini kötü yönetilen bir operasyonda kaybeden bir üniversite profesörünün terörist olduklarından şüphelendiği komşuları ile mücadelesinin hikâyesi.
ABD sinemasından komplo teorileri, terörizm ve ebeveynlik üzerine bir gerilim filmi. Mark Pellington’ın filmi kimi çekici yanları ile gizemli gerilimlerden hoşlananların kolaylıkla kült seviyesine çıkaracağı türden ama popüler bir mecrada hareket ettiğini unutmayan ve bu nedenle de özellikle ikinci yarısında zaman zaman rayından çıkan bir çalışma. Gerçek ile paranoya arasındaki kimi durumlarda hayli incelen çizginin hangi yanında durduğu da tartışmalı bir film karşımızdaki.
2001 yılında gerçekleşen 11 Eylül saldırılarından iki yıl önce gösterime giren film, Amerikalıların terörist saldırı paranoyasını destekleyecek ve üstelik beceriksiz devletin bu saldırıların arkasındaki gerçek güçleri ortaya çıkaramayan yapısını ve bu nedenle de gerçeğin korkutuculuğundan habersiz yaşayan bir toplumu resimleyerek bu paranoyayı daha da artıracak bir hikâyeye sahip. Kutsal devleti, kutsal aileyi yok etmeye niyetli ve bu yolda masumları katletmekten çekinmeyen terörist örgütün kim olduğu ve neyi hedeflediği konusunda hiçbir bilgi vermeyen senaryonun bu yönde bir derdi de yok zaten. Senaryo seyircisine korkmalarını, hissettikleri huzurun aldatıcı olduğunu ve filmdeki düşmanın masum görünümlü komşular olduğunu düşünürsek, herkese şüpheyle yaklaşmalarını öğütlüyor sürekli olarak. Özetle “komşunu seveceksin” değil “komşundan korkacaksın” diyen filmin özgür ve adil bir demokrasi içinde yaşadıklarını düşünenlerin bu demokrasiyi kaybetmek korkusu ile kesinlikle sevecekleri bir hikâyesi var.
Elini baştan hayli açık eden film yine de sürpriz finali ile gerilim hikâyelerinden hoşlananların hayli hoşuna gidecek bir içeriğe sahip. Filmin çekiciliğinde oyuncularından özellikle ikisinin aslan payını aldığını belirtmek gerek. Tim Robbins kuşkulanılan komşu rolünde ve Joan Cusack onun karısı rolünde döktürüyorlar film boyunca. Asıl kahramanımız olan profesörü canlandıran Jeff Bridges ise sanki hikâyeye çok da inanmamış bir hava taşıyan performansı ile idare ediyor daha çok. Robbins ve Cusack’ın performansları dışında film yeterince başarılamamış olsa da takip sahneleri ile göz dolduruyor. Gerçi bu sahnelerde Bridges’ın kaldırımlarda son sürat gitmekten çekinmeyen arabası ile potansiyel olarak öldürebileceği masum insan sayısının patlamasına engel olmaya çalıştığı bombanın öldüreceklerinden daha az olduğu tartışmalı ama bu da bu tür filmlerin olmazsa olmaz ve sorgulanmaması gereken anlamsızlığı. Üstelik bombanın patlayacağı binanın ABD Başkanlarının bile görevden almaya çekindiği ve faşizan yönetimi ve düşünceleri ile bilinen J. Edgar Hoover’ın adını taşıyan bir bina olduğu düşünülürse, Bridges’ın başarısız olması yönündeki beklentinize engel olmak ta pek kolay değil açıkçası. Ayrıca açılış sahnesindeki ve açılış jeneriğindeki, “Halka” serisinden bir film seyredeceğiniz havasını yaratan çekimlerin hikâye ile bağlantısını anlamak da pek mümkün değil ve yaratıcılarının korku ile gerilimi karıştırdığı düşüncesine kapılıyor insan seyrederken.
FBI ve genel olarak devleti eleştirir görünen ama bunu bu kurumların misyonu veya hedefleri açısından değil, tam tersine doğru gördüğü bu misyon ve hedefler için yeterince sert ve başarılı olmamak açısından yapan filmin iyi anlatılmış ve şık bir mizansen anlayışı ile çekilmiş ama hikâyesi açısından tartışmalı bir eser olduğunu söylemek gerekiyor özet olarak. Hikâyeyi destekleyen başarılı Angelo Badalementi müziklerine de dikkat.
(“Arlington Yolu”)