Audrey Rose – Robert Wise (1977)

“Son diye bir şey yoktur. Ruh için ne doğum vardır ne de ölüm. Ne de, bir kez var olduktan sonra, var olmayı sonlandırmak. Ruh doğmaz, ölümsüzdür, hep var olandır, ölmeyendir ve ezelidir”

Kızlarının kendi ölen kızının ruhunu taşıdığını iddia eden bir adamın hayatlarına girmesi ile acı çekmeye başlayan bir ailenin hikâyesi.

ABD’li yönetmen Robert Wise’in son filmlerinden biri olan çalışma yönetmenin yorgun döneminin izlerini taşıyor. Frank De Felitta’nın aynı adlı romanından yazarı tarafından yazılan senaryo başta vaat ettiği gerilimi hem kalıcı kılamıyor hem de açıkçası bu havayı yakalayabildiği anlarda da çok yüksek bir düzey tutturamıyor. Anne rolündeki Marsha Mason ve küçük kızı canlandıran Susan Swift’in oyunculukları filmin en kayda değer yanı açıkçası. Yine de eski usul bir korku/gerilim hikâyesi izlemek isteyenler için iyi bir vakit geçirme aracı olabilir, kalıcı bir iz bırakmadan.

Başarılı bir kaza sahnesi ile açılan film bedenin ölmesi ile ruhun ölmediği ve başka bedenlerde yeniden dünyaya geldiği inancını, bir başka deyişle reenkarnasyonu sıkı bir şekilde savunan bir çalışma. Bunu savunduğunu da hikâyenin çok başlarında açıkça dile getirdiği ve seyirciye tereddüt imkânı vermediği için, hikâyenin gerilimi iddianın doğru olup olmadığından çok küçük kızın bu gerçeği kabullenmesi ve bununla ailesi ile bielikte mücadelesi üzerine kayıyor. Ne var ki ne bu mücadeleyi ne de annenin bu iddiayı kesinlikle ret eden babanın aksine kızının çektiği acının belki de gerçek nedeninin bu “yeniden doğum” olduğu kuşkusuna kapılması ve geçirdiği dönüşümü etkileyici bir sinema dili ile getiremiyor karşımıza Robert Wise. Yönetmenin son dönem filmlerindeki eskimişlik veya yorgunluk hemen her anında kendisini gösteriyor filmin. Hikâyenin son bölümlerinde -çok da etkileyici olmayan- bir mahkeme filmi halini alması da lehine olmuyor kesinlikle. Filmin bu zayıflığını örten ise çoğunlukla Mason ve Swift’İn oyunculukları oluyor. Film çekildiği tarihte on üç yaşında olan ve ilk oyunculuk denemesini gerçekleştiren Swift vasat bir oyunculuğun komediye dönüştürebileceği anların altından kalkmayı başarıyor ve filmin “inandırıcılık” alanındaki eksikliğini en çok gideren isim oluyor. Annesini oynayan ve dört kez Oscar’a aday olup hiç kazanamaması ile bilinen Mason ise her zamanki gibi dozunda tutturduğu oyunculuğu ile hikâyeye çok şey katıyor.

Romanın/filmin reenkarnasyon taraftarı olması elbette kendi başına eleştirilecek bir konu değil. Burada sorun Wise’ın hikâyeye birdenbire sokuverdiği Ganj nehrinde arınan Hintli görüntüleri ve bu görüntülere eşlik eden “Hare Krishna” sözlü müzikler ve anlatıcı sesle adeta bir manifesto ilan etmesi. Belli ki filme çekicilik katmak için eklenmiş olan bu sahneler, aksine filmde kesinlikle yapay bir havanın doğmasına neden olmuş. Anthony Hopkins’in role pek inanmamış görünen durgun oyunculuğu ve küçük kızın babasını canlandıran John Beck’in televizyon dünyası kariyerindeki vasat oyunculuğu da filme yardımcı olmuyor. Keşke açılıştaki kaza sahnesinin yalın ve etkili üslubu tüm film boyunca tercih edilseymiş ama bunun yerine Robert Wise klasik ve o dönem için bile eskimiş görünen “ucuz” numaraları tercih etmiş maalesef. Kim bilir, belki de artık söyleyecek bir şeyi kalmamış bir yönetmenin eseri diye görmek gerekiyor filmi. Tüm bunlara rağmen, sonradan unutmak kaydı ile filme göz atmakta bir sakınca yok yine de. Eski usul bir Hollywood filmi tarzı, havası ile her zaman seyre değer bir şeyler sunar çünkü.

(Visited 389 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir