The Andromeda Strain – Robert Wise (1971)

“Kimyasal tepkime olmadan hayat olmaz ama bu organizma ürüyor, büyüyor!”

Bir kasabada yaşayanları toplu halde öldüren hastalığın ne olduğunu bulmaya çalışan dört bilim insanının hikâyesi.

Pek çok eseri sinema ve televizyona uyarlanan Amerikalı yazar ve senarist Michael Crichton’un aynı adlı ve 1969 tarihli romanından sinemaya aktarılan bir ABD yapımı. Nelson Giddick’in senaryosundan Robert Wise’ın çektiği film uzay araştırmalarından dönen askerî bir uydu ile dünyaya gelen bir mikroorganizmanın neden olduğu ölümleri araştıran bilim insanlarının hastalığın bir salgına dönüşmemesi için gösterdikleri insanüstü çabanın hikâyesini anlatıyor temel olarak ve klasik anlamdaki aksiyondan uzak dururken, başından sonuna kadar hayli çekici bir gerilim duygusu ile oldukça üst bir düzeye ulaşıyor. CGI teknolojisinin olmadığı yıllara ait bir yapıt olarak ve döneminin mevcut efekt teknolojilerine de pek yüz vermeyerek oldukça gerçekçi ve -içinde bulunduğumuz Covid-19 döneminde gücü daha da artan- etkileyici bir film bu. Elle tutulur bir hikâyesi olan, anlamsız bir aksiyonun peşinde koşmayan ve “Bir yenisinin olmayacağının ne garantisi var?” gibi özellikle de bugünlerde çok daha doğru görünen bir sorusu olan film Amerikan sinemasının saygın bilim kurgularından biri.

Michael Crichton’un 2008 yılında bir televizyon dizisine de ilham veren ve “tekno-gerilim” türüne sokulan romanı kendi adı ile yazdığı ilk, toplamda ise altıncı romanı ve New York Times’ın Çok Satanlar Listesi’ne girecek kadar da popüler olmuş bir eser. Bir başka Amerikalı yazar olan Daniel H. Wilson tarafından 2019’da yayımlanan “The Andromeda Evolution” adlı bir devamı da olan kitap ve ondan uyarlanan bu Robert Wise filmi “düşman”ın uzayın derinliklerinden gelen bir mikroorganizma olduğu bir bilim kurgu. Uzaydan dönen askerî bir uydunun düştüğü kasabada biri bebek biri yaşlı bir adam hariç olmak üzere herkes ölmüştür ve olayı araştırmakla görevlendirilen dört bilim insanı bir yandan ölümlerin nedenini ve kaynağını keşfetmeye çalışırken, öte yandan da iki kişinin hayatta kalmasının sırrını anlamaya uğraşırlar. Kısıtlı bir süreleri vardır çünkü bir salgının kısa bir sürede hızla yayılabileceğinden de endişe edilmektedir. Olayın askerî bir boyutu da vardır ve dört kişi tam bir gizlilik içinde ve bu tür araştırmalar için özel olarak tasarlanmış bir binada çalışacaklardır. Hikâyede -bekleneceği üzere- ordu ve bilim adamları arasında çekişmeye ve hükümetlerin gizli (ve tehlikeli) projelerine bir eleştiride bulunulduğu gibi, başlardaki bir diyalog üzerinden de (kendisini araştırma için almaya gelen askerleri gören eşine “Eminim protestocu öğrencilerdir” diyen adam) 1960’ların özgürlükçü ruhuna ve sistem karşıtı eylemlerine bir cümlelik de olsa selam gönderiyor Wise’ın bu filmi. Resmî amacı, “Uzayda var olabilecek organizmaları toplamak ve bu yeni yaşam biçimlerinin neden olabileceği hastalıkları ve zararları değerlendirmek” olan projenin arkasındaki gerçek amaç üzerinden de bir eleştirisi var filmin ve “Bir yenisinin olmayacağının ne garantisi var?” sorusu ile de bu eleştirisine gerçekçilik katıyor.

Robert Wise’ın yönetmenlik çalışması hikâyeye kazandırılmak istenen belegesel gerçekçiliğine uygun bir ton taşıyor. Kasabayı gezen iki bilim adamının farklı noktalardaki cesetleri gördükleri sahnede “bakan” ve “bakılan”ı eş zamanlı iki farklı görüntüde göstermek gibi küçük oyunlar dışında yalın ve eski Hollywood usulü bir yönetmenlik çalışması yapmış Wise ve bu “aksiyonsuz” bilim kurgunun gerilimini yaratan gizemi öne çıkarmayı tercih etmiş. Biri kadın olan dört bilim insanı karakterinin gerçekçiliğini de iyi değerlendirmiş senaryo; bu tür filmlerde ve özellikle o dönemlerde kadın karakterin daha çok romantizm veya erotizm için kullanılmasının aksine, burada hikâyenin ana unsurlarından biri olması da doğru ve önemli bir seçim. Romanda erkek olan karakterin burada kadına çevrilmesi doğrusu hayli akıllıca olmuş. Öyküsü “Tespit, anlama ve yok etme” olarak özetlenebilecek içeriği ile bir bilimsel süreci anlatan filmde bu sürecin farklı fazları etkileyici ve inandırıclığını hep koruyan sahnelerle anlatılıyor; mikroorganizmanın keşfi ve bu keşfe eşlik eden bilimsel merak, hayranlık, korku ve azmi örneğin, keyifle izliyoruz. Benzer şekilde “5 dakika içinde durdurulması gereken nükleer patlama” sahnesi de tüm o nerede ise sıfır efektli hâli ile oldukça başarılı.

Bilim insanlarını canlandıran Arthur Hill (Dr. Stone), Kate Reid (Dr. Leavitt), James Olson (Dr. Hall) ve David Wayne (Dr. Dutton) karakterlerini sağlam performanslarla karşımıza getirirken; filmin yıldızlara değil, güçlü karakter oyuncularına dayanmayı tercih etmesinin sonucu olarak hikâyenin inandırıcılık düzeyini de yükseltiyorlar. Çıkar çıkmaz büyük bir ilgi gören bir kitaptan uyarlanan film ABD’de bütçesinin iki katı gişe geliri getirerek orta karar bir başarı sağlamış. Stanley Kubrick’in 1968 tarihli başyapıtı “2001: A Space Odyssey” kadar derin bir felsefesi ve onunki kadar gösterişli set tasarımları yok ama yine de Robert Wise’ın bu daha alçak gönüllü yapıtı Covid-19’un da bir kanıtı olduğu gibi daha güncel ve günlük hayata değen konulara odaklanarak belli bir ilgiyi hak ediyor. Yüksek bütçeli filmlerdeki kadar gösterişli değil belki ama dört bilimcinin çalıştığı üssün tasarımı da incelikle düşünülmüş detayları, yalın ve modern görselliği ile ayrıca takdir edilmeyi hak ediyor. Aksiyonu, gürültüsü, patırtısı vs. olmayan film, buna rağmen çekiciliğini hep koruması ve kendine has temposu ile ilgiyi hep canlı tutması ile de önemli ve bilim dışılığın tüm saldırısına karşı bilime ve gerçek bilim adamlarına sıkıca bağlı kalmamız gerektiğini hatırlatan bir çalışma. Wise’ın belgesel havası verdiği bu kurgu yapıt 1970’lerin görülmesi gerekli sinema yapıtlarından biri.

(“Andromeda Esrarı”)

Audrey Rose – Robert Wise (1977)

“Son diye bir şey yoktur. Ruh için ne doğum vardır ne de ölüm. Ne de, bir kez var olduktan sonra, var olmayı sonlandırmak. Ruh doğmaz, ölümsüzdür, hep var olandır, ölmeyendir ve ezelidir”

Kızlarının kendi ölen kızının ruhunu taşıdığını iddia eden bir adamın hayatlarına girmesi ile acı çekmeye başlayan bir ailenin hikâyesi.

ABD’li yönetmen Robert Wise’in son filmlerinden biri olan çalışma yönetmenin yorgun döneminin izlerini taşıyor. Frank De Felitta’nın aynı adlı romanından yazarı tarafından yazılan senaryo başta vaat ettiği gerilimi hem kalıcı kılamıyor hem de açıkçası bu havayı yakalayabildiği anlarda da çok yüksek bir düzey tutturamıyor. Anne rolündeki Marsha Mason ve küçük kızı canlandıran Susan Swift’in oyunculukları filmin en kayda değer yanı açıkçası. Yine de eski usul bir korku/gerilim hikâyesi izlemek isteyenler için iyi bir vakit geçirme aracı olabilir, kalıcı bir iz bırakmadan.

Başarılı bir kaza sahnesi ile açılan film bedenin ölmesi ile ruhun ölmediği ve başka bedenlerde yeniden dünyaya geldiği inancını, bir başka deyişle reenkarnasyonu sıkı bir şekilde savunan bir çalışma. Bunu savunduğunu da hikâyenin çok başlarında açıkça dile getirdiği ve seyirciye tereddüt imkânı vermediği için, hikâyenin gerilimi iddianın doğru olup olmadığından çok küçük kızın bu gerçeği kabullenmesi ve bununla ailesi ile bielikte mücadelesi üzerine kayıyor. Ne var ki ne bu mücadeleyi ne de annenin bu iddiayı kesinlikle ret eden babanın aksine kızının çektiği acının belki de gerçek nedeninin bu “yeniden doğum” olduğu kuşkusuna kapılması ve geçirdiği dönüşümü etkileyici bir sinema dili ile getiremiyor karşımıza Robert Wise. Yönetmenin son dönem filmlerindeki eskimişlik veya yorgunluk hemen her anında kendisini gösteriyor filmin. Hikâyenin son bölümlerinde -çok da etkileyici olmayan- bir mahkeme filmi halini alması da lehine olmuyor kesinlikle. Filmin bu zayıflığını örten ise çoğunlukla Mason ve Swift’İn oyunculukları oluyor. Film çekildiği tarihte on üç yaşında olan ve ilk oyunculuk denemesini gerçekleştiren Swift vasat bir oyunculuğun komediye dönüştürebileceği anların altından kalkmayı başarıyor ve filmin “inandırıcılık” alanındaki eksikliğini en çok gideren isim oluyor. Annesini oynayan ve dört kez Oscar’a aday olup hiç kazanamaması ile bilinen Mason ise her zamanki gibi dozunda tutturduğu oyunculuğu ile hikâyeye çok şey katıyor.

Romanın/filmin reenkarnasyon taraftarı olması elbette kendi başına eleştirilecek bir konu değil. Burada sorun Wise’ın hikâyeye birdenbire sokuverdiği Ganj nehrinde arınan Hintli görüntüleri ve bu görüntülere eşlik eden “Hare Krishna” sözlü müzikler ve anlatıcı sesle adeta bir manifesto ilan etmesi. Belli ki filme çekicilik katmak için eklenmiş olan bu sahneler, aksine filmde kesinlikle yapay bir havanın doğmasına neden olmuş. Anthony Hopkins’in role pek inanmamış görünen durgun oyunculuğu ve küçük kızın babasını canlandıran John Beck’in televizyon dünyası kariyerindeki vasat oyunculuğu da filme yardımcı olmuyor. Keşke açılıştaki kaza sahnesinin yalın ve etkili üslubu tüm film boyunca tercih edilseymiş ama bunun yerine Robert Wise klasik ve o dönem için bile eskimiş görünen “ucuz” numaraları tercih etmiş maalesef. Kim bilir, belki de artık söyleyecek bir şeyi kalmamış bir yönetmenin eseri diye görmek gerekiyor filmi. Tüm bunlara rağmen, sonradan unutmak kaydı ile filme göz atmakta bir sakınca yok yine de. Eski usul bir Hollywood filmi tarzı, havası ile her zaman seyre değer bir şeyler sunar çünkü.

Run Silent Run Deep – Robert Wise (1958)

“Beni damat seçmişlerdi. Damat siz olacaksanız, düğüne gelmek istemiyorum”

İkinci Dünya Savaşı sırasında Japonya sularında savaşan bir Amerikan denizaltısındaki iki subayın iktidar ve kahramanlık mücadelesinin hikâyesi.

Yönetmen Robert Wise’dan sinemanın iki ünlü ismini bir araya getiren bir savaş filmi. Bir romandan uyarlanan film ağırlıklı olarak bir denizaltının içinde geçen, düşmanın ki bu filmde Japonlar demek oluyor bu, anlaşılmaz bir dilde ve telaş içinde konuşup bir yerlere koşturduğu ama elbette kaybettiği hikâyesi ile bir yandan iki subayın arasındaki iktidar mücadelesini anlatırken diğer yandan da bu iki farklı insanın el ele vererek (biraz zorlama da olsa, kalp ile beynin el ele vermesi de denebilir) nasıl zafere ulaştıklarını gösteriyor. Dozu ortalama bir Amerikan savaş filmindekinden daha fazla olmayan milliyetçilik kendisini özellikle finalde gösteriyor ve iyi beyazlarımız kötü çekik gözlüleri alt ederken bizim de iki yıldız üzerinden kazananlarla özdeşleşmemiz bekleniyor.

Dönemine göre efektlerin idare ettiği, Clark Gable’ın oyunculuğundan çok klişe bir karizmayı öne çıkardığı, Burt Lancaster’ın ise asla belli bir çizginin altına inmeyen başarılı oyunculuğunu yine gösterdiği film denizaltının içi-deniz-denizaltının içi bölümleri ile zaman zaman rutin bir akışa bürünse de kendini izletmeyi biliyor yine de. Gable’ın hasta yatağından kahramanlık için ayaklanması bölümlerinde inandırıcıktan uzaklaşan film belki bu sahneler ile ortalama bir Amerikalıyı zamanında etkilemiş olabilir ama bugün oldukça sıradan ve hatta komik görünüyor bu sahneler. İki adamın çekişmesi ve tarzlarının farklılıklarından kaynaklanan çelişkiler daha iyi işlenebilse belki daha başarılı bir savaş dramı çıkabilirmiş ortaya.

Günümüzün teknolojisi ile bakılırsa epey eskimiş görünebilecek bir film bu ama yine de Robert Wise’ın elindeki malzeme ile iyi bir iş çıkardığı söylenebilir. Neden Japonların bu kadar beceriksiz olduğu ve neden onların hiçbir torpidosu hedefini bulmazken Amerikalıların zekâlarını ve ustalıklarını konuşturup alt etmedikleri Japon gemisi bırakmadıkları gibi “ince” konuları bir tarafa bırakıp iki yıldızın hatırına ve Wise’ın anısına seyredilebilecek bir film.

(“Sessiz ve Derinden Git”)

Odds Against Tomorrow – Robert Wise (1959)

“Kendini yeniden yaratmak isteyen bir adam istiyorum. Cesur bir adam istiyorum. Ve o sensin”

Gönülsüzce ama zorunlu olarak bir banka soygununa girişen üç adamın hikâyesi.

Klasik Amerikan sinemasının usta yönetmenlerinden Robert Wise’ın çektiği bir suç filmi. Yönetmenin en çok bilinen filmlerinden biri olmasa da özellikle ikinci yarısı ile dikkat çeken bu polisiye kısmen taşıdığı kara film havası ve karakterlerini detaylı ele alışı ile de ilgiyi hak ediyor. Birleşik Devletler’deki ırk ayrımı sorununa da karakterleri üzerinden sık sık değinen film Robert Wise’ın damgasını vurduğu bazı sahnelerle de zaman zaman çizgisini hayli yukarıda tutmayı başarıyor. Özellikle soygun gecesini bekleyiş sırasında her bir karakterini ayrı ayrı ele alan sessiz ve uzun sahnelerde film hem gerilimi yavaş yavaş artırıyor hem de karakterlerinin hissettiği tedirginliği ve sürüklendikleri noktayı sessizce sorgulamalarına bizi de katıyor. Benzer şekilde üst kattaki komşu ile flört sahnesi çıkmaz içindeki bir adamın tepkisel rahatlamasını özellikle o dönem sinemasının alışkanlıklarından hayli farklı şekilde anlatırken filmin başarılı anlarından bir diğeri oluyor.

Oyunculardan Robert Ryan ve özellikle çaresizce seven kadın rolündeki Shelley Winters filmin dikkat çeken isimleri. Ryan’ın ırkçı karakteri ve onun Harry Belafonte’ye karşı olan aşağılayıcı tavırları filmde yolunda gitmeyen işlerin sorumlusu olarak gösterilirken film o dönem sinemasına göre daha doğru bir politik tavır takınıyor ve Belafonte’nin eski karısına öfke ile haykırdığı “Sen beyaz arkadaşlarınla takılmaya devam et. Belki böylece küçük zenci kızımız bir gün Amerikan Başkanı olur” sözleri ile bugün gerçekleşmiş olan ama o günler için hayali bile mümkün görünmeyen bir gerçekliği de çekinmeden ortaya koyuyor. Bugün gerçekleşen bu hayalin aslında ne olduğu, bir zenci başkanın neyi değiştirdiği/değiştirmediği ayrı bir konu.

John Lewis hayli şık ve caz esintili bir müzik hazırlamış film için. Polisiye filmlerde ve özellikle derinliği olanlarında müzik tercihinin genellikle caz yönünde olması sinema-müzik birlikteliği açısından ele alınabilecek keyifli bir konu olsa gerek. Belafonte’nin Mae Barnes ile birlikte seslendirdiği “All Men are Evil” ve kendi başına söylediği “My Baby’s not Around” şarkıları da filme renk katan unsurlar olmuş.

İki karakteri soyguna katılmaya ikna etmeye ve onları tanımaya ayrılan birinci yarısında orta karar bir görüntü veren film sanki tüm enerjisini (burada hareketli bir enerjiyi değil, sessiz ama güçlü bir enerjiyi kastediyorum) ikinci yarısına saklamış ve polisiye sinemanın iz bırakan sahnelerine sahip olmayı başarmış görünüyor. Soygun gecesini beklerken görülen bir heykel üzerindeki İncil’den alınmış sözlere (“Whatsoever thy hand findeth to do, do it with thy might”) uygun olarak ellerinden geleni tüm kalpleri ile yapmaya çalışıyor karakterlerimiz ama yapmak zorunda olduklarının doğruluktan uzak olduğunu bilme hissi belki de tüm olup bitenlerin de bir izahı oluyor.

(“Yarın Tehlikede”)