“Sonuçta ilginç olan tek şey insanların seçtiği yollardır. Trajik olan tarafı ise, nereye gittiklerini ve kim olduklarını bildiklerinde bile, hâlâ her şeyin büyük bir sır olarak kalmasıdır”
Burjuva hayatını terk eden evli bir adam ve birlikte kaçtıkları sevgilisinin romantizm, gangsterler, terör örgütü, cinayet ve çılgın maceralarla dolu hikâyeleri.
Amerikalı gazeteci ve suç konulu romanları ile tanınan yazar Lionel White’ın 1962 tarihli “Obsession” adlı kitabından yola çıkan ve Rémo Forlani’nin de katkı sağladığı senaryosunu yazan Jean-Luc Godard’ın yönettiği bir Fransa ve İtalya yapımı. Venedik’te Altın Aslan için yarışan yapıt başrollerdeki Jean-Paul Belmondo ve Anna Karina’nın çarpıcı performansları; suç, gerilim ve romantizm temalarını hayli canlı ve hatta birkaç sahnesinde müzikale göz kırpan bir şekilde ele alması ve tam da Godard’dan bekleneceği gibi sanat (edebiyat, resim ve elbette sinema), hayat ve politikanın da aralarında olduğu farklı alanlarda gezinmesi ile çok ilginç bir çalışma. Godard ile arası çok da iyi olmayan sinemaseverlerin de en az bir kez görmesi gereken, Godard’ın özgün sinema dilinin damgasını bastığı ve sadece bu dilin stili ile bile kesinlikle ilgiyi hak eden bir film bu ve Raoul Coutard imzalı, Akdeniz’in yaz sıcaklığını özenle ve müthiş bir canlılıkla resmeden görüntüler gibi çok büyük bir kozu da var.
Belçikalı sinemacı Chantal Akerman henüz 15 yaşındayken bir sinema salonunda izlemiş ve daha sonra bir röportajında, “Eğer bu filmi görmeseydim, asla sinemacı olmazdım” diyecek kadar sevmiş Godard’ın bu yapıtını ve kendi sanatı için hep bir ilham kaynağı olarak görmüş. Britanya Film Enstitüsü’nün yayımladığı “Sight and Sound” dergisinin on yılda bir eleştirmenler ve yönetmenlerle ayrı ayrı düzenlediği anketin şimdilik sonuncusu olan 2022 tarihlisinde Akerman’ın 1975 tarihli başyapıtı “Jeanne Dielman, 23 Quai du Commerce, 1080 Bruxelles” eleştirmenler tarafından tüm zamanların en iyi filmi seçilirken (yönetmenlerin anketinde ise 4. olmuş), ona ilham veren “Pierrot le Fou” 85. sırada yer almış. Pek çok romanı sinemaya uyarlanan Lionel White’ın doğrusal ve açık bir anlatımı olan romanını, yeniden yarattığı ve tamamen kendisine ait kıldığı bir öykü ile beyazperdeye taşıyan Godard’ın bu filmi gerçekten de sinemanın büyülü bir sanat olabileceğini gösteren ve bu bağlamda Akerman’ı sinemacılığa teşvik etmesi rahatlıkla anlaşılabilir olan bir çalışma.
Filmdeki pek çok sanat ve sanatçı göndermesinden ilki ile açılıyor film: Tenis oynayan iki kadın ve alışveriş yapan bir erkeğin görüntüsünün üzerinde duyulan bir erkek sesi bir kitaptan (Fransız sanat tarihçisi Élie Faure’ün 1919 -21 arasında 5 cilt olarak yayımlanan “Histoire de l’art” adlı eserinin 4. cildi olan “L’Art Moderne I”dan İspanyol ressam Velázquez üzerine bir metin okuyor. Bu ses ağzında sigarası ile küvetinde uzanmış kitap okuyan Ferdinand’a (Jean-Paul Belmondo) aittir ve gidecekleri bir davet için kendisini gecikmemesi konusunda uyaran eşinin bu isteğine pek de gönüllü bir evet demez. Davet kadının ebeveynlerinin evindedir; babası adamı üst düzey bir yönetici ile tanıştıracaktır ve önerilebilecek işi de kabul etmesini ister kocasından. Oysa Ferdinand içinde bulunduğu burjuva hayatından çok sıkılmıştır ve o gece davet sırasında çocuklara bakıcılık yapmak üzere eve gelen ve sonradan öğreneceğimiz üzere, beş yıl önceden tanışıp muhtemelen bir ilişki yaşadığı Marianne (Anna Karina) ile kaçacak ve o sıkıldığı dünyayı terk edecektir. Bundan sonrası ise teröristlerin de karışacağı bir suç ve romantizm öyküsü olacak ve Godard bir kez daha kendine has bir dünya yaratarak, bizi eğlenceli, zaman zaman komik, hatta trajikomik ve gerilimli bir hikâye ile baş başa bırakacaktır.
Godard öyküsünde farklı temalara el atıyor ve bunlardan birini eğlenceli bir biçimsellikle filmin başında getiriyor karşımıza. Tüketim toplumunu ve bu toplumun yaratılmasının en etkili aracı olan reklamcılığı eleştiriyor bu sahnede Godard; Ferdinand ve eşinin gittiği davetteki misafirleri farklı kombinasyonlar hâlinde konuşurken görüyoruz ama duyduğumuz konuşmalarda ve görüntülerde bir tuhaflık vardır: Duyduklarımız bir reklam metnidir sanki; bir erkek davetli bir araba markasını överken, bir kadın bir deodorant markası için aynı yapaylıkta cümlelerden oluşan bir konuşma yapar yanındakilere. Burjuva sınıfının tüketim aşkına ve yapay hayatlarına yönelik bu eleştiriyi bir reklam estetiği ile görüntülemeye de dikkat ediyor Godard: her bir konuşmayı farklı renkte bir filtre ile çekerek, davetin gerçekleştiği dünyanın yapay estetiğini ve içeriğini anlatıyor ve Ferdinand’ın işte bu bujuva dünyası içinde boğulduğunu söylüyor bize. Nitekim bu sahnelerdeki yapay ışıklandırmanın yerini, erkek ve kadının kaçarak gittikleri Akdeniz kıyılarındaki yaşamlarının doğal ışıkları alıyor daha sonra ve böylece seyrettiğimizin bir bakıma bir özgürlük öyküsü olduğunu da söylüyor bize yönetmen. “İnsan tek (biricik anlamında) olmalı, bense kendimi diğer insanlar gibi hissediyorum” diyor Ferdinand ve tüketim toplumunun insanları tüm o bireycilik maskesinin arkasında ve tüketim alışkanlıkları üzerinden tek tipleştirdiğini hatırlatıyor.
Godard her zamanki gibi ve özellikle ilk dönem yapıtlarında sıkça yaptığı üzere kamera kullanımı ve plan tercihlerinde de alışılagelenin dışına çıkıyor ve kalıpları kırıyor: Örneğin Ferdinand ve Marianne bir arabanın içinde kaçış yolunda oldukları sahnede konuşurlarken, kamera uzun bir süre tek çekimle sadece kadını gösteriyor, ardından bu kez erkeği tek başına görüntülüyor bir diyalog içinde oldukları halde; sonda ise yine tek çekimle ikisini birden görüyoruz. Bu tercih alışılanın neden olduğu monotonluğu kırdığı gibi, bir karakteri hem konuşurken (aktif) hem dinlerken (pasif) görmemiz onu daha iyi anlamamızı (ama özdeşleşmemizi değil elbette) sağlıyor. Françoise Collin imzalı kurgu da benzer farklı tercihleri ile Godard’ın seçimlerinin izlerini taşıyor; olayların gelişiminde seyirciyi hazırlıksız yakalayan sıçramalar yaratıyor ve iki kaçağı birdenbire bir evin içinde ve yan odadaki bir cesedin varlığını ve odanın duvarına dizili silahları normalleştiren bir tutumla konuşurken görmemiz gibi oldukça ayrıksı yollara sapıyor. Yönetmenin bir diğer ilginç tercihi de birkaç kez kullandığı bir yöntem olmuş; Marianne ve Ferdinand konuşurlarken, sözcükleri paylaşarak cümleleri birlikte yaratıyorlar ve anlatıcı olduklarında da kullanılan bu yöntemle adeta tek bir karaktere dönüşüyorlar.
Öykü boyunca sık sık tekrarlanan bir motif var: Ferdinand’a ısrarla Pierrot diyerek sesleniyor Marianne adamın her defasında düzeltmesine rağmen; bunu “ama “arkadaşım Ferdinand” denmez ki” sözü ile yanıtlıyor kadın. Bu motife birkaç farklı yorum getirmek mümkün ki bunlardan biri, kadının adamın gerçek adını ret edip farklı bir isim kullanmasının, onun erkeğin kendisi üzerinde egemenlik (mutlaka kötü bir anlamda değil ama) kurma eğilimine direnişinin sembolü olduğu. “Arkadaşım Ferdinand” yerine, kadının tercih ettiği gibi “arkadaşım Pierrot” diye kurduğumuzda ifadeyi, bu sözün bir şarkıya gönderme olduğunu düşünmek de mümkün; çünkü bu ifadeyi taşıyan pek çok Fransızca şarkı var: on sekizinci yüzyıldan bir halk şarkısı olan ve çok bilinen “Au Clair de La Lune” da Pierrot adında bir arkadaştan ay ışığında yazı yazabilmek için kalemi istenir: “Au clair de la lune / Mon ami Pierrot / Prête-moi ta plume / Pour écrire un mot”; Fransız şarkıcı Jacques Pills’in 1965’te Eurovision’da Monako adına yarıştığı şarkının adı da “Mon ami Pierrot”dur. İtalya kökenli bir tiyatro türü olan Commedia dell’arte’deki tiplemelerden birinin adının Pierrot olduğunu ve bu karakterin oyunlarda genellikle hüzünlü, naif, romantik ve kalbi kırık olarak resmedildiğini düşününce, Godard’ın ondan esinlendiğini düşünmek de mümkün. Sonuçta Godard’ın yapıtlarında her zaman olduğu gibi, gördüğümüze farklı yorumlar getirmek mümkün ki bu da onun filmlerini üzerinde spekülasyon yapmaya açık ve bu yüzden de eğlenceli ve ilginç kılıyor kuşkusuz.
Sinema sanatının kendisi de burada önemli bir yer tutuyor ve doğrudan ya da dolaylı olarak öykünün hep bir parçası oluyor. Örneğin yukarıda anılan parti sahnesindeki davetlilerden biri olan Amerikalı sinemacı rolünde Samuel Fuller kendisini oynuyor ve şu sözleri duyuyoruz onun ağzından: “Film bir savaş alanı gibidir: aşk, nefret, aksiyon, şiddet ve ölüm. Tek kelime ile, duygular”. Hollywood stüdyo sisteminin dışında duran ve düşük bütçe ve zor koşullar altında yaratıcılığını ortaya koyabilen Fuller bu özelliği ile Godard’ın da aralarında olduğu Fransız Yeni Dalga sinemacılarının hayranlığını kazanan bir isimdi sinemaseverlerin bileceği gibi. Godard kendi filmografisine de bir görsel göndermede bulunuyor ve Ferdinand ve Marianne’ın kaldıkları bir evin duvarında kısa bir an için onun 1963 tarihli “Le Petit Soldat” filminin afişini görüyoruz. Filmde yardımcı yönetmenlik yapan, ünlü oyuncu Jean-Pierre Léaud’nun sinemada geçen bir sahnede salonda film izleyenlerden biri olarak karşımıza çıkması; açılış sahnesinde Ferdinand’ın “Johnny Guitar” (Godard’ın favori Amerikan sinemacılarından biri olan Nicholas Ray’in 1957 tarihli yapıtı) filminden söz etmesi; Marianne’ın Ferdinand’a kendilerine saldıranlardan kurtulmak için bir Laurel Hardy filminde gördüğü taktiği kullanacağını söylemesi; Ferdinand’ın “Pépé le Moko” (Cezayir Batakhaneleri – Julien Duvivier, 1937) filminden söz etmesi; peşlerine düşenlerden kurtulmak için bir sahte kaza sahnesi düzenlerken Marianne’ın “Gerçek gibi görünmeli, film çekmiyoruz” demesi; Ferdinand’ın defterine yazdığı bir ifadenin Howard Hawks’un 1940 yapımı “His Girl Friday” filminin adından esinlenmesi ve, “dördüncü duvar”ın yıkılarak doğrudan seyirciye konuşulması ve bunun bir örneğinde kadının “kiminle konuşuyorsun?” sorusuna adamın “seyirci ile” cevabını vermesi gibi pek çok örnek verilebilir bu konuda. Son bir örnek olarak, Ferdinand’ın Vietnam’da olan bitenlerle ilgili bir haber filmini seyrettiği sinema salonunda, farklı öykülerden oluşan “Les Plus Belles Escroqueries du Monde” filmi için Godard’ın çektiği “Le Grande Escroc” adlı kısa filmden bir parçayı, Jean Seberg’in bir kamerayı tutarken göründüğü bölümü izlediğimizi de hatırlatmış olalım. Sinemaseverler Seberg’in Godard’ın ilk uzun metrajlı çalışması ve sinemanın tartışmasız başyapıtlarından biri olan, 1960 tarihli “À Bout de Souffle” (Serseri Aşıklar) filminin başrolünde olduğunu da bileceklerdir kuşkusuz.
Sinema dışındaki sanat dalları da, resimden şiire öykünün parçası olmuşlar Godard’ın geniş entelektüel birikiminin sonucu olarak. Filmin başında Velázquez hakında bir metin okunuyor; öykü boyunca da ya evlerin duvarlarında asılı kopyaları ile ya da araya giren görüntülerle resim sanatının farklı ustalarının eserleri karşımıza çıkıyor sürekli olarak. Meraklısının tüm listesine ve sahnelerle bağlantısına https://www.thecinetourist.net/paintings-in-pierrot-le-fou.html adresinden erişebileceği resimler Renoir, Matisse, Picasso (resimlerden biri ressamın, oğlu Paulo’yu yukarıda anılan Commedia dell’arte’deki Pierrot tiplemesi olarak gösteren, 1925 tarihli “Paul en Pierrot “ adlı tablosu), Chagall, Modigliani, Georges Mathieu ve Van Gogh gibi usta isimlere ait. Bunun yanında politik veya erotik farklı fotoğraflar da duvarlara asılmış ya da yapıştırılmış olarak bir şekilde hep görüntüde oluyorlar ki tüm bu tercihler filme çekici bir görsellik kattığı gibi, üstte verilen linkte açıklandığı üzere, ilgili sahnenin anlamına da bir ışık tutuyor; elbette bu zenginlik filmi birden fazla kez seyretmeyi de teşvik ediyor. Resim sanatından bahsetmişken, pop-art ürünlerinden de söz etmek gerekiyor; 1950’lerin sonları ile 1960’ların başında soyut dışavurumculuğa tepki olarak ortaya çıkan, genellikle popüler kültürün malzemelerini ve tüketim toplumunu (ilki için Andy Warhol’un Marilyn Monroe portrelerini, ikincisi için yine onun Campbell çorba konservesi serisini örnek gösterebiliriz) ele alan eserlerin yaratıldığı bu akımın da farklı örnekleri resimler veya floresan ışıkla yazılmış tabelalar şeklinde geliyor görüntüye. Godard’ın bu pop-art seçimi, onun ve yaratıcılarından olduğu Yeni Dalga’nın günlük hayata ait olana eğilerek, Hollywood usulü parlatılmış öykülere karşı çıkması ile birlikte değerlendirilebilir. Şiir ise farklı şekillerde yer alıyor filmde; “Şiir, kaybedenin her şeyi kazandığı bir oyundur” gibi repliklerden Arthur Rimbaud’nun şiirlerinden esinlenmiş diyaloglara (ve hatta sanatçının bir portresine) özellikle Akdeniz kıyılarında geçen sahnelerin lirizminden Jean Cocteau’yu anımsatan bölümlere Godard sözlerin önemli olduğu bir film çekmiş ve hatta finaldeki sözleri de Rimbaud’nun “L’éternité” şiirinden almış doğrudan. Şiir dışında edebiyat da Joseph Conrad, Robert Louis Stevenson, William Faulkner, Jack London, Jules Vernes ve Raymond Chandler gibi isimler aracılığı ile filmde yerini almış.
Godard 1961 – 67 arasında çektiği ve pek çok eleştirmenin her birini Anna Karina’ya yazılmış bir aşk mektubu olarak tanımladığı sekiz ayrı filminde rol verdiği Karina ile 1961 – 65 arasında evli kalmıştı. “Pierrot le Fou” ayrılmalarından hemen sonra çekilen bir filmdi ve bu bilgi ile birlikte değerlendirince, zaman zaman diyaloglara ve hatta görsel tercihlere yansıyan hüzün (“Uçuruma saatte 100 km hızla yaklaşan bir adamın yüzünü görüyorum / Ben de o adama âşık bir kadının yüzünü görüyorum”) daha net ortaya çıkıyor. Ferdinand’ın bir bakıma Godard’ın alter-egosu olması, bu hüznü daha belirgin kılıyor kuşkusuz. İki usta oyuncu, Belmondo ve Karina, sadece bu hüznü değil; romantizmi, entelektüel bakışı ve hatta mizahı da müthiş bir beceri ile getiriyorlar karşımıza. Belmondo’nun Charlie Chaplin’in “dünyanın en büyük oyuncusu” dediği Michel Simon’u, Karina’nın ise Vietnamlı bir genç kızı taklit ettiği sahne gibi beklenmedik eğlencesi olan bölümlerden bir müzikal (ama kesinlikle Hollywood yapaylığından uzak bir müzikal) havası taşıyan sahnelere ve romantizm ile hüzün ve aksiyonun iç içe geçtiği anlara oyuncular rahat ve doğal bir oyunculuk sergiliyorlar ve filmografisinde gittikçe artan bir şekilde anaakımın kalıplarından uzaklaşan bir yönetmenin filminde seyirciye gerçek, doğal ve çekici gelecek performanslar sunmanın zorluğu düşünüldüğünde daha da değer kazanan bir başarı elde ediyorlar. Belki de bu başarılarının en önemli kanıtı öyküyü, onların yerinde başka oyuncularla hayal edemeyeceğimiz şekilde, kendilerine ait kılmaları.
Fransız komedyen Raymond Devos’un tek bir sahnede görünerek ve acınası bir komikliği olan bir karakteri canlandırarak renk kattığı filmde politik unsurlar da bir şekilde hep kendisini hissettiriyor. Radyodaki bir haber ve sinemadaki haber filmi Vietnam Savaşı’nı öykünün parçası yaparken, iki kötü adam “savaşta öğrendikleri yöntem”i uygulayarak işkence yapıyorlar birisine ve OAS adındaki örgüt, ismi ve elemanları ile kahramanlarımızın karşısına çıkıyor. Cezayir’in bağımsızlık mücadelesine karşı çıkanların oluşturduğu ve ordunun bir kısmının desteğini de alan bu terör örgütünün varlığının filme kattığı politik hava, ilk anda düşünüleceğinin aksine hiç de yapay görünmüyor üstelik. Godard’ın, bu çalışması için “ikinci ilk filmim” demesi onun konudan konuya, tarzdan tarza atlayan sinemasının bu filmle daha net bir biçimde ortaya çıkmasının sonucu olsa gerek; burada da işte romantizmin ve lirizmin bu türden net bir politik içerikle iç içe olabilmesi hiç de yadırgatmıyor bizi öykü boyunca.
Venedik Festivali’ndeki gösteriminden sonra bazı seyirciler tarafından ıslıklanan, hatta yuhalanan film buna karşılık daha o tarihten başlayarak hayranlarını da yaratmış. Örneğin Fransız sinemacı Michel Cournot “Le Nouvel Observateur” dergisindeki eleştirisinde “bu filmin hayatım boyunca gördüğüm en iyi film olduğunu söylemekten utanmıyorum” diye yazarken, Fransız şair Louis Aragon “Les Lettres Françaises” dergisindeki yazısında “Emin olduğum bir şey var… bugün sanat Jean-Luc Godard demektir” ifadesini kullanmış bu filmden yola çıkarak.
(“Çılgın Pierrot”)